Üç

 

Yaşadığımız şehirler bir imtihan mı ki eksik ezberlerimiz rahlenin önünde hep yarı yolda bırakıyor bizi?

 

Yürüdük ve ardımızda kaldı nehirler. Şehrin ıssız sokakları ve gecenin karanlığı sanki daha bizden ve daha bizi anlatıyor gibi. Birbirine değmeyen insanların arasında birbirine teğet geçen cümleler eşliğinde akortsuz bir çalgının başıboşluğuyla amaçsızca yol alıyoruz. İnsanların birbirlerine benzemeye başladığı günden beri şehirler de birbirine benzemeye başladı, kimliksizleşti. Tarihî yapılar ve mezarlıklar da olmasa kaybolacağız benzer caddelerin ve yüzlerin ortasında.

 

Şeyh Adil Mezarlığı’nda daha sahici bir insan oluyoruz. Ayıntap Bakırcılar Çarşısı’nda kalayı alınmış maskelerimizle yürürken musalladaki fotoğrafımıza daha çok benziyoruz.  Modern dünyanın saati, kalbimizin kirini expertiz raporlarında göstermemeye ayarlı. Oysa günah, onca hayal kırıklığı, yolda kalmışlık ne kadar da çok insan yapıyor bizi. Emirhan’ın dar koridorunda Cahit Çollak’ın içtiği filtresiz sigaraların kokusu geliyor burnuma. Ruhu olan bir şehirde kentli çay bardaklarıyla çay ve sigara içiyoruz. Küçük çay bardakları, şehirli insana haddini bildiriyor. Şehirler büyüdükçe insanlar küçülür, demenin başka bir adı bu. Saatlerce oturuyor ama konuşmuyoruz. Onun tabiriyle hâlleşiyoruz. Daha bir adam oluyoruz evimizin yolunu tutarken. Daha sahici oluveriyor ellerimizin sıcaklığı, gözlerimizin feri. Ulucami’ye her girişimizde ilk defa görüyormuş gibi heyecanlanıyoruz. Ortadaki şadırvanda çıplak ayaklarımızı okşayan mermer soğukluğu. Bir parça Üftâde, bir parça duvarlardaki hatların azameti ve bir parça Tanpınar zamanı elbette.

 

Bursa, Antep, Maraş.

 

Keskinliğimiz Bursa bıçağı. Acılığımız meyan kökü şerbeti. Öfkemiz Abdal Halil Ağa’nınkinden. İçimizdeki büyük boşluk, Zeugma’da Çingene Kızı’nın bakışlarında saklı. Öylece bakacak. İnsan olan yanlarımız merhem tutana kadar da bakacak. Bizlerin kaydı peri kızının eski kocasından olan ve sarayda gün yüzüne çıkarılmayan üvey çocukların defterinde tutuluyor. Adliyelerin soğuk koridorlarında zapta geçirilen ifadelerin aralarına sıkıştırılmış merhamet dileyen cümleler gibiyiz. Soğuğun çarptığı sıcağın yaktığı çelimsiz bedenler gibiyiz. Güneş görse yeşerecek, urba örtülse ısınacak göçmen çocuklar gibiyiz.

 

Bahtiyar Yokuşu’nda kalakalmak. Adamlığımızın doktora seviyesi. At arabalı romanların rampalı sokaklarda geri dönüşüm meydan savaşı. At arabalar, rampalı sokaklar, geri dönüşüm, daha temiz bir dünya, daha merhametsiz bir insanlık. Modern dünya budur işte. Ayrı dünyaların insanı bütün özne, nesne ve yüklemlerin aynı çatının altında görüntü vermesidir. Bir varoluş mücadelesi değildir. Bir süreliğine görünmektir, daha doğrusu modası geçene kadar, yenisi gelene kadar görünmektir.

 

İbrahim, Ömer ve Ahmet.

 

İbrahim, modern çağ putlarıyla savaşan. İsmail’leri hakka yaklaştıran. Köy çocuklarının katışıksız hayallerine düş biriktiren şair. Öğrencilerin karne görüşlerini Rimbaud’a mektup yazar gibi yazıyor. Ölene kadar barışmayacak istatistiklerle. Ömer, yaşadığımız çarpık dünyayla inadına barışmayan ve çağın ayarlarını sorgulamaktan geri durmayan. Kalbin adaletinin hakkın adaleti de olduğuna da inanan Ayıntap kâtibi. Kesik hikâyeleri nerede vücuda erecek bilinmiyor. Ahmet. Yurtsuz Ahmet. Cansız Ahmet. Varsız Ahmet. Uçurumun kenarında Hızır’ı bekleyen Ahmet. Ulu sarıklı hocalardan duymadıklarını aramak için yolu Bursalara düşmüş Ahmet. Karamazak Yokuşu’nda Âşık Yunus’la dertleşen, Maksem’de ağzı kurumuş, Somuncu Baba’nın ekmeğinden nasiplenememiş Ahmet.

 

Sen İbrahim gibi yalınayak, Hacer’i ardında bırakarak ve İsmail’i ağlatarak yola çıkabilirsin. Savaşabilirsin her adımda içinde çoğalan putlarınla. Kapının eşiğini beğenmediysen değiştirebilirsin, bir mabet yapabilirsin, hatta bir şehir kurabilirsin. Kurban ederken kurban olmaya da iman etmişsin çünkü. Kâbe’nin duvarlarında bir kerpicin içinde mayalanmış bir saman çöpü olmak gibi bir mevki de seçebilirsin. Bilâl’in ezanı ünlediği basamaklarda yarım nefeslik bir molada ömür boyu durabilirsin.

 

O, Ömer gibi gecenin bir yarısında kısık ışıklı pencerelerden altı yanmayan tencereleri görebilir. Bir gün önce kılıcından kan damlarken bir gün sonra kelamın gücüyle boynu kıldan ince olabilir. Adaletsizliğini Ömer’in kılıcıyla doğrultmalarını isteyebilir. Yargıcın karşısında adalet dağıtılırken ayağına tırmanan karıncaya merhamet sunabilir.

 

Oysa ben bakamam Ahmet’in yüzüne. Bir söğüt ağacının dibinden yavaş yavaş süzülerek patika bir yolda çıkamam karşısına. Ayağından yukarısına bakamam. Bastığı toprağa, ayağının değdiği taşlara dokunabilirim belki. Yaşadığım bir şehir yok Yesrip esintili. Heybemde götürdüğüm bir şehir tasavvurum yok. Çokluğuyla övündüğü ümmetinin içinde silik bir gölge hükmündeyim.

 

Oysa ben bakamam Ahmet’in yüzüne. Yaralanmamış bir beden, horlanmamış bir göz ve bedeli ödenmemiş soğuk bir azıkla çıkarsam karşısına, sanki tılsımlı bir mektubun okunduktan sonra un ufak olması gibi dağılacağım.

 

Sen çölün sıcak kumunda, o terazinin boş kefesinde, bense Araf’ta sislerin ortasında.

 

Üçler, yediler kırklara ulaşmadan erimez mi kendi yangınında?

 

Pir Sultanım ey erenler

Erine niyaz edenler

Üçler, kırklar, yediler

Mürvete geldim yalınız (Pir Sultan Abdal)

 

Bir, bütün sayıların üstünde, bütün sayıların içinde ve bütün denklemlerin ipucu makamında.

 

Bizden üç çıkarsa gene üç kalır. Adımızı unutabilirsek şerefli bir “HİÇ” kalır.

 

Boşluk doluya gebe kalsa, ballar balı bulunsa elde hep “BİR” kalır.

 

Hayat acı bir kahve tadı kokusu telvesi, yalnızlık istemeyen kahveyi terk etti ya ikisi ya üçü bir arada ama gerçeği arayanlar hep yalnız.

 

Ahmet Şevki Şakalar

 

Yitiksöz Sayı-17