Uğurlar Olsun Mevlâna

 

“Ve güldün rengârenk yağmurlar yağdı/ İnsanı ağlatan yağmurlar yağdı” 

 

Mevlâna İdris de ebedi yurduna göçtü bu âlemden. Mekânı cennet olsun. Cennettir inşallah. Seyyahtı, seyyaldi, şairdi, zarifti. Menzili cennet olsun. Cennettir inşallah. Eskiden çok giderdim İstanbul’a. İstanbul Sezai Karakoç, Âkif Emre ve Mevlâna’ydı. Öbür dostları Mevlâna bir araya getirirdi. Sur içinde, Erenler’de, Kızlarağası Medresesi’nde, Sultanahmet’te, Cankurtaran’da, Süleymaniye’de, Fatih’te, Eski Kafa’da, Üsküdar’da, Salacak’ta, Çamlıca’da, Eyüp’te. Bir gün telefon eder “Yarın sabah namazına Bursa Ulu Camide buluşalım” derdi. İtiraz edilemez ona: “Hayhay” derdim. Bursa’dan arar “Ulu Camideyim, sizi göremiyorum” derdi. Onun dilinden “Bu benle ilgili bir sorun değil” derdim. Birkaç kez “Bu gün yatsıda Malatya Teze Camide olun” dedi. Sadece “Hayhay” dedim ama ne mümkün. Gitmek kolay mı? Bir seferinde Kadir Çelik dostumuzla buluşturdum da artık Malatya’ya gidemediğim için vicdan azabımızı hafiflettim. Kaç kez Maraş’a çağırdı da bir kez nasip oldu sadece.

 

O nerede olduğumu sorduğunda nerede olursam olayım "Salacak'tayım" derdim. O da artık “Merhaba Salacak'ta mısınız?" diye sorar olmuştu. Salacak’ta da bir yeraltı çay evi bulmuştu. Müteaddit kereler oturduk. Evet, zamanı kendine mahsustu. Mekânla ilişkisi de kendine hastı. Gökhan Özcan’ın işaret ettiği üzere “Tanımayana anlatması zordu Mevlâna’yı. Hem bu dünyada hem başka âlemdeydi.”  İstanbul’a hemen her gidişimde, varır varmaz arardım. Mevlâna’ya sanırım İstanbul’un iki yakası yoktu. Bir kuş uçumu Üsküdar’da olurdu. Son zamanlarda bazen şehir dışında, bazen şehirden henüz çıkmış olurdu. Bazen Kütahya’da, bazen Isparta’da, bazen Çanakkale’de, bazen İnegöl’de, bazen Rize’de, bazen Ankara’da, çokça Maraş’ta, her yerde olurdu. Isfahan’da, Şiraz’da Üsküp’te, Saray Bosna’da, Halep’te.. Bir gün İznik’te tam onun nasıl da her yerde oluşundan, kolayca alıp başını gitmelerinden gelmelerinden söz ederken çaprazdan geliverdi. İşte dedik. Son zamanlar galiba sıklaştırmıştı İstanbul dışına seyahatlerini ve Maraş’a gidişlerini.

 

Süleymaniye nasıl oradaysa Mevlâna da oradaydı. Onun İstanbul’da olmayacağı ihtimalini hiç düşünemediğimden vardığımda şehir dışında oluşu içime otururdu. Bir de o yoksa ne yapacaksınız İstanbul’u, İstanbul’da. Mesela şimdi Ali Verçin, Ekrem Ayyıldız, Halil İbrahim Kaymak, Kemal Sayar, Yusuf Özaslan, Cengiz Er, Mehmet Şeker, Rasim Aytin, adaşım Mustafa Şahin ve daha nice dostu ne yapacaklar? Ama hayır, Mevlâna, orada İstanbul’da, hem de Eyüp’te. Yine bezm kurulur, yine toplaşır, yine söyleşir dost ve yâran. Böyle söyleyince onun külliyatını, ellinin üzerindeki eserlerini, şiirini, masallarını kalemiyle, eylemiyle, beyanıyla neyi nasıl yaptığını geri plana almış oluyor, şahsi yanıyla onu kısıtlamış, bize gösterdiği ve bizim gördüğümüz kadarıyla kişisel hayat çizgilerini öne çıkararak onu perdelemiş oluyoruz ki bu da bir tür haksızlık ihtimali barındırıyor. Mevlâna İdris’in eserlerini, edebiyattaki yerini, şiirini, masalını, sözünü, ironisini, düşüncesini tasavvurunu, neyi nasıl dediğini hakkaniyetle değerlendirecek yazarlar şairler elbette olacaktır. “Çölün derdini taşıyan” şairin kalplere dokunan özgün yeri gibi düşüncesini, bakışını, edebiyata getirdiği yenilikleri de elinden tuttuğu, yol gösterdiği çocuklar illa ki yerli yerince değerlendireceklerdir. Beş ayrı akademik çalışma yapılmış eserleriyle ilgili, bazı kitapları dünya dillerine çevrilmiş ama biliyoruz ki yetmez bunlar.

 

İki bin üçte Mevlâna’nın Ankara’ya gelmesini istedik beraber çalışma arzusuyla. Söyledik. “Olur” dendi ama Mevlâna dedi ki: “Bu işler, yazı işleri, denize bakılmadan yapılamaz.” Aynen böyle dedi. İstanbul’a, yani şehre sahi onun kadar kim güzel baktı? O, hayatın her alanıyla, insanın ve toplumun her meselesiyle, her acısıyla, her sorunuyla, yangınıyla, hukukuyla yakından ilgiliydi. Hiçbir mesele karşısında kendini fildişi kulesine çeken,  yangını seyreden, insana bigâne kalan biri olmadı. Mustafa Ruhi Şirin’le Çocuk Vakfını, İstanbul Büyükşehir’de Çocuk Meclisi’ni o kurmuştu. Kimseler bilmez,  kadirnaşinas ve bibehre olanlar hiç bilmezler. 28 Şubat karanlığında, haksızlıklar ayyuka çıktığında, zulüm her yeri sardığında, toplumun nutku tutulduğunda kamu vicdanını ayaklandıran cümleler onundu. Acaba en çok kuş mu dedi, çocuk mu dedi, şarkı mı dedi, adam mı dedi?

 

Son zamanlarda İstanbul’a gidemez oldum. Mevlâna ile de bana yazık ki, seyreldi haberleşmelerimiz. Hep erteleriz ya telafi edeceğimizi zannettiğimiz asli mevzuları.. Onunla en son uğurlamaya gittiğimizde Üstat Sezai Karakoç’un evinin kapısında sarıldık. Şehzadebaşı’nda görüştük mü? Evet, akşamüstü ayrılırken görüştük ve Ömer Arısoy’la, Mustafa Gümüş’le, Mevlâna’ya Küçük Prens diyen Mehmet Efe’yle ve başka dostlarla birlikte yine Mevlâna’nın refakatinde Hırka-i Şerif’teki mekânlarından birine gittik. Aralarında belli mesafe olan insanlar Mevlâna’nın meclisindeyse kendilerini ona ram olmak zorunda hissederlerdi. İkram ettiği iftar sofralarında bunu çok kere görmüştük. O gün de öyleydi. Onun susarak konuşması dillere destandır. On altı Kasım iki bin yirmi bir olduğuna göre o tarih demek sadece sekiz ay bekleyecekmiş Şeb-i Arus’u. Otuz beş sene sonra Cahit Zarifoğlu’yla aynı gün yola çıkacakmış. Üstad Karakoç ve Zarifoğlu.. İkisinin izini sürdü. İkisini çok sevdi. Diriliş şairiydi. Kelimenin tam karşılığıyla nevi şahsına münhasırdı. Öyle yaşadı. Kimseye, kimselere benzemeden, başkalaşmadan..

 

Kalbi varmış. Evet, yalnız kalbi vardı. “Durup ince şeyleri anlamaya kimselerin vaktinin olmadığı” bu zamanda o bütün vaktini durup ince şeylere ayırdı. Minimalistti. Adı Mevlâna ama daha ziyade Yunus çizgisindeydi. Bütün yazdıkları Haiku kıvamındaydı. Büyük konuşmamayı seçmişti. Güler yüzlü, ironik, parodik bir dünyası vardı. Bir ömür, küçük, ince, güzel şeyler yaptı. Küçük ince, güzel, çok güzel şeyler. Şiirler yazdı. Şarkılar söyledi. Ney üfledi. Masallar anlattı. Sevdiklerine, adamlarına gitti. Dergiler çıkardı. Umudu büyüttü. Gülümsedi. Hüznünü göstermedi. Fırtınasını sakladı. Yarasını sakındı. Oturmadı. Daima yolda oldu. Bekir Sıtkı Sezgin’den Lena Chamamyan’a, Muhsin Namcû’dan Ümmü Gülsüm’e muhteşem müzikler sesler nağmeler dinledi derledi dinletti. Güzelliğe, şehre, söze, inceliğe vurgun yaşadı. Bir seferinde İstanbul’a vardığımda hemen hiç konuşmuyordu. Mevsim bahardı. Üç tam gün birlikte onun işaret ettiği, seçtiği mekânlara gittik. Oturduk, sustuk.

 

Ben anlamsızca bahisler açmaya, kendimce konuşmaya çalıştım. İnsanın direncini alan İstanbul’un aleyhine bile konuştum, güzelliğin aleyhine, baharın, şiirin, müziğin aleyhine bile konuştum. Bazı şarkıları kıstım, hatta kapattım. Bu kadarı olmaz dedim. Bu şehirde, bu boğazda şair olmak iş değil bile dedim. Sadece gülümsedi. Onu daha yakından bilenler bu hâllerine ziyadesiyle aşinadır. Cami ve namaz hayatının merkezindeydi. Güzel kıraati vardı. Hep dua isterdi. Bir seher vakti Cankurtaran’daki evlerinde ney üfledi. Ney inledi. Her şeyin, sözün, eşyanın en azına, en küçüğüne baktı. Bütün dostlarının vurguladığı üzere Bayım dedi, Hazret dedi, Dostum dedi, Üstad dedi. Evet, herkes onun nezdinde biricik olduğunu düşünürdü. Herkese bunu düşündürttü. Ondan daha iyi merhaba diyen görmedim. Beni “Dünya avladı beni Çiçek kadar ömrümde Birlikte olduğum insanlardan yalnızlığı öğrendim Dünya avladı beni Çiçek kadar ömrümde” İstanbul’da Arap Camiine, Maraş’ta Acemli Camiine götürdü. Kaç kez Eyüp Sultan’a, Süleymaniye’ye götürdü. Bir keresinde de “Beş kuruş çay evine”.

 

İstanbul’un aydınlık yüzlü insanları, şairleri, kuşları, çocukları, martıları, güvercinleri, kedileri, lambaları, mutena köşeleri, şadırvanları, eyvanları, erguvanları, revakları, hazireleri, musalla taşları onu iyi tanırdı. Anadolu da Rumeli de iyi bilirdi. Onu en iyi yollar tanıdı. “Yollar ki gider kimsesiz, tehi, ebedi yollar.” Bir bayram gecesi Maraş’a götürmekte olduğu oğulları Behram, Mâlik ve Kaptan ile Işık dağındaki köy evimize bayramı getirdi. Nefesimiz tutuldu. Kimsenin yapmadığı şeyler. Memleketin on binlerce çocuğunun elinden tuttu, yüzünü güldürdü, düşündürdü, sarstı. Elinden tuttuğu, sevincini çoğalttığı çocuklar büyüdü, o öyle kaldı. Çocuklara yazdı, Zarifoğlu gibi otuz beş kırk yaşındaki çocuklara da yazdı. Türkiye’nin kaç okulunda kaç programa yüksünmeden sevinç taşıdı. Çocuk kalbine dokundu. Kaç halka, kaç meclis kurdu, kaç dergide, kaç gazetede yazdı. Kaç okulda, kaç yurtta, kaç öğrenci mekânında kaç öğretmenin ve kaç çocuğun gözüne ışık oldu. Perde gerisinde evet perde gerisinde görünmez, imzasız ne çok işler yaptı.

 

 Analar ne ışıklı evlatlar doğurdu. İdris’im İdris olsun, kokusu gönle dolsun. Maraş’ta, Andırın’da dokunmuş has halis bir kumaş. Yazar Nedim Ali’nin kardeşi Yazar Sevgili Salih’in ağabeyi. Bu da olacakmış oldu. Ölüm bu. “El hükmü lillah” demekten başka ne gelir elden. Herkes bilir, tanır, kolayca şahitlik eder ki Mevlâna güzel adamdı, Allah’ın adamıydı. Hayâ etti edep etti de sesini hiç yükseltmedi. “Dilim döndüğü kadar sustum” dediği gibi Nuri Pakdil’in dili döndüğü kadar sustu, sükût etti, dinledi, baktı, yazdı. Yazarak, coşkuyla susarak konuştu, yaşadı. Onuruyla, emeğiyle, hüneriyle… Şairane. İncelikle. Mü’mince, Müslüman’ca, Çocukça… Aah Mevlâna için bile “Yaşadı” diyecekmişim. Ne hazin. Türkiye’nin ve dünyanın bütün çocuklarının, kuşlarının, şarkılarının, adamlarının başı sağ olsun. Cümle sevenlerinin, cümle sevdiklerinin.. Ekrem Ayyıldız’ın, Mehmet Şeker’in, Ali Murat Nas’ın. Ali Burhan’ın, İbrahim Kiras’ın, Şaban Abak’ın, Hakan Albayrak’ın Mavikuş’tan Çeto’ya, Diriliş’ten İkindi Yazıları’na seninle yol yürüyen bilcümle çocukların, çocuklarının, çocuklarımızın, gençlerin büyüklerin başı sağ olsun. Allah cennetinde kavuştursun.

 

Son bir hafta kardeşlerin İskender ve Salih’ten haberlerini alıyorduk. Bir gün önce “Uyandı” dedi Salih. “Konuştum” dedi. Çok sevindik. Gözlerini açmış ve “Merhaba” demiş Salih’e. Sahi ondan güzel kim merhaba derdi. Paylaştık. Şükrettik. Bir gün sonra Yedi Haziran sabahı Maraş’tan gelen haberi Ahmet Çiğdem verdi. Ah Mevlâna… Nura, sevince gark olasın. Allah’ın rahmeti merhameti sarsın seni. Efendimiz “Hoş geldin” desin. Sen  “Efendim” diyerek doğrul, sevinçle, güler yüzle, sağ elini kalbine götürerek… Senin sevenin şahidin, merhaba dediğin, cümle kurdurduğun, ikramda bulunduğun, gönlüne dokunduğun, yüzünü güldürdüğün, sevindirdiğin sayısız insan var. Evet, Ali Murat’ın dediği gibi her şey, her söz yarım eksik. Şimdi dostların yarım eksik. Kuğunun son şarkısı yarım eksik. Uğurlar olsun Mavikuş, “ciğerparemiz”, kardeşimiz… Göçmen kuş adam göçtü. Biz de geleceğiz… “Kuş öldü Küçücük bir yorgunluktu ölmeden önce”

 

Mustafa Şahin

 

Yitiksöz Sayı-12