Yunus Develi ile Okumak Yazmak ve Anlamak Üzerine
-Okurlarınız sizi öykülerinizden tanıyor daha çok. Hatta sizi öyküde ısrar eden bir yazar olarak düşünenler az değil. Son yıllarda ise peş peşe iki roman yayımladınız. Vadiler de bu iki romanın devamı niteliğinde. Öykü ve roman arasında yaşanan bu geçişler ne ifade ediyor?
-İlk öykünün yayımlanmasından bugüne geçen süreye (36 yıl) baktığımızda, böyle düşünülmesi normal…
Evet, bunca uzun bir öykü yolculuğundan sonra iki roman. Militan Kahvesi ve Akşam Yazıları... Belirttiğiniz gibi son olarak da yine bir roman tadında Vadiler…
Bir türü tercih etmek, o türde yoğunlaşmak, nihayetinde yazarın iç sesiyle, mizacıyla ilgili bir durum olsa gerek. Seçtiğimiz tür, kendimizi en iyi ifade etme biçimidir bir bakıma. Çünkü içimizi nasıl dökeceğimizi -döküleceğimizi- en iyi kendimiz biliriz. Her ses, her soluk, her iç, her türe uymaz. Fakat öykü ile romanı -dünyaları, meseleleri farklı olsa da- birbirinden uzak görmemek gerekir. Böyle olduğu için olmalı, hem bizde hem de dünya edebiyatında pek çok yazar, her iki türde de nitelikli ürünler vermiştir. Bir de yazarın söyleyecekleriyle ilgili bir durum var tabii. Bazı şeyler (Örn. Tipi) ancak bir öykü ile söylenebileceği gibi, bazı şeyleri (Örn. Anna Karanina) anlatmak içinse ancak bir roman rahatlığına, genişliğine ihtiyacınız vardır. Militan Kahvesi ve Akşam Yazıları -Vadiler de dâhil elbet- biraz da böylesine uzun bir yürüyüşe çıkma düşüncesinin hikâyeleridir…
-Yazma eylemi ve yazarın sancıları, insanlığın iyiliğini temenni ve tesis etme duyarlığı, imkânsızlıklar, dostluklar ve çocukluk, öykülerinizin temel konularından… Yetmişli seksenli yılların panoraması biraz da. Öykü ve romanlarınızda siz ne kadar içerdesiniz, ne kadar dışardasınız?
Bir yazarın, -başta çocukluk olmak üzere- yaşadığı hayata kayıtsız kalması düşünülemez. Başka hikâyeler peşinde koşarken, kendi hikâyesini gözden kaçırması büyük bir talihsizlik olur. Belki de yazma sürecinin ilk kıvılcımında insanın, bir öyküsü olduğunu fark etmesi vardır. Aynı zamanda bu, yazarın kendi iç hazinesini keşfetmesidir. Çünkü bu hazine, onun ömrünün sonuna kadar kullanacağı, ama yine de tüketemeyeceği bir zenginliktir…
Bu anlamda elbette öykülerimin içindeyim. Çünkü onlar nihayetinde benim sesim, soluğum. Bir şekilde hikâyemin parçacıkları. Çocukluğumla, gençliğimle; ideallerim, hüzünlerim, umutlarımla hep iç içeyim öykülerimde. Ama burada bir şeyi gözden kaçırmamak gerekir. Her ne kadar öykülerimin içinde olsam da, bunu salt kişisel öykümün bir hikâyesi olarak görmüyorum. Öykülerdeki ben de bir anlamda normal bir hikâye kişisidir benim açımdan. O da herkes gibi aramızda yaşayan insanlardan biridir. Ne düşündüğü, nasıl baktığı, neyi dert edinip neye sevindiği önemlidir benim için. Bu aynı zamanda insanın kendini kazması eylemidir. Bir sıkışıp kalma, hapsolma, kendini aşamama sorunu değildir söz konusu olan. Belki de git git işin ucunda, var ediliş muradını kurcalamak vardır. Bir şey olmalı... Bu var edilişin bir anlamı olmalı… İşi karmaşıklaştırmak gibi bir niyetim yok elbette. İnsan, kendi hikâyesini anlatırken bile, ona bir insanın hikâyesi olarak bakabilir. Bakmalıdır. Ama elbette işin içine öykünün gerekleri girecek ve böylece öykü, yeni bir gerçeklikle, kimlikle kendini yeniden yaratmış (!) olacak. Bu yeniden yaratma sürecinde, kurgunun, gerçek hikâye parçacıklarını nerelere sürükleyeceğini, yeni tasarımıyla karşımıza nasıl çıkaracağını ise bilemeyiz. Çünkü nihayetinde yazdığımız öykünün, bizim için de bir öykü olmasını isteriz…
-Militan Kahvesi’nin kahramanı Aydın, hayatına neden İstanbul’da devam etmeyi düşünmedi? Ya da Yunus Develi?
Bunu biraz da Aydın’ın -belki dönemin de etkisiyle- hayata bakışında aramak gerekir. Okul bittiğinde ne olacağını, ne olunacağını, hayatın bundan sonra nerelere, hangi hikâyelere savrulacağını bile doğru düzgün bilmeyen Aydın’ın, bir takım hesaplar yaparak İstanbul’da kalma kararı vermesi, hiç ona göre bir davranış olarak gözükmüyor. Saflık böyle bir şey… Ama öbür taraftan da roman boyunca ortaya koyduğu idealist karakter, hayattan beklentileri, umutları nedeniyle -en azından biz okur olarak- onun bu yolculuğuna İstanbul’da devam etmesi gerektiğini düşünüyoruz. Belki o zaman romanın devamında çok ilginç sahneler görebilirdik sanırım. Fakat Aydın, bu hesap kitabı yapacak bir genç değil. Bunu birilerinin ona söylemesi gerekirdi, ama demek ki o gün öyle birileri yoktu…
Yunus Develi’ye gelince…
Onun şu hayattaki en büyük hatası -bunu insani bir duygunun ifadesi olarak görmek gerekir- okulu bitirdikten sonra İstanbul’dan ayrılmasıdır. Deyim yerindeyse burası, ceketin değil ama hikâyenin ilk düğmesinin yanlış (!) iliklendiği yerdir. Onu yakinen tanıyan biri olarak diyebilirim ki, hikâyesine İstanbul’da devam etmediği için duyduğu pişmanlığı, doğrusu başka pek az şeyde duymuştur. Ama bunlar… Bu, hayata dair söylenmeler, konuşmalar, iç geçirmeler… Az önce de ifade ettiğim gibi, insani anlamda dile gelen şeyler elbette. Şikâyet değil, hikâyet bir bakıma… Belki de içinde bulunduğumuz bazı olumsuzluklardan, ya da kendimizce kurduğumuz kimi hayallerden yola çıkarak bir tür iç geçirme. Çünkü bilmiyoruz -iyi ki, bilmiyoruz…- hikâyemizin böyle değil de bir başka şekilde devam ettiğinde, ne olacağını. Tıpkı istemeye istemeye gittiğimiz bir kasabada geçirilen dört yılın, sonrasında hikâyemizin en güzel bölümlerinden birini oluşturması gibi. Geriye bakıp, demek bütün bu sıkıntılar, zorluklar bunun içinmiş, dediğimiz gibi… Bir gün her şeyi önümüze koyacak olan irade, o hikâyenin neden İstanbul’da devam etmediğini de açıklayacaktır elbet. Çünkü evet, böyle bir sorumuz var…
-Perde ve İkinci Perde kitaplarınızda daha önce de benzerlerine rastladığımız bir yaklaşım söz konusu. Peygamber kıssalarını ve yaratılıştan başlayarak insanlık tarihinin önemli evrelerini konu edindiğiniz öykülerinizi diğerlerinden farklı kılan nedir? Ya da müsaadenizle şöyle soralım: Sizi böyle bir çalışmaya sevk eden saikler nelerdi?
-Perde ve İkinci Perde’nin özelliği, Peygamber kıssalarının öykü diliyle anlatılmasıdır. Yalnızca bu değil tabii. Aynı zamanda bu süreçleri yaşayan, hisseden; bazen uzaktan, bazen yakından tanık olan bir kahramanın diliyle yazılmış olmasıdır. Hayalin uzanabildiği o ilk zamanlara giderek, yaratılış sahnesi ve sonrasında akıp giden Büyük Hikâye’ye, dışarıdan değil, bizzat içeriden bakmaktır. Bütün bu hikâyenin, bizden bağımsız olup bitmiş bir gerçeklik olmadığını, bizim kişisel hikâyemizin de içinde bulunduğu Büyük Hikâye’nin serüvenini anlamaya, yaşamaya, hissetmeye çalışmaktır. Onların hikâyesi değil, bizim hikâyemiz… Madem bütün bir hikâye Kün! ile başlıyor ve madem ilk hikâye, kendinden sonraki bütün hikâyeleri içkindir… Benim açımdansa, varoluş hikâyesinin izini sürmekle beraber; öyküme aradığım, onu bağlamak, yaslamak istediğim limanla da ilgilidir. Yoksa öykü, doğasında taşıdığı cazibeyle bizi kendi dünyasına hapsedebilir…
-Yakın zamanda İkindiyazıları’nın tıpkı basımı yayımlandı. Orada sizin de yazılarınız çıktı uzun bir süre. Adana’da Yeni Sıla dergisini yayıma hazırlayanlardan birisiniz. Geçmiş dönem dergiciliğine içerden şahit olan biri olarak bugünün dergiciliği hakkında neler söylersiniz?
-Bir de Adana Anadolu Lisesi olarak çıkardığımız Fidan adlı bir dergimiz var, onu da hesaba katarak konuşalım isterseniz.
İnsanın yalnızca kendi yaşadıklarına, kişisel doğrularına, tercihlerine gömülerek; hayata, etrafında olup bitenlere bakması, sağlıklı bir bakış açısı olmasa gerek. Böyle bir yaklaşım hayatın pratiğine aykırıdır. Aynı zamanda kişinin kendini daraltması, kısırlaştırması, egosuna yenik düşmesidir. Oysa insan ve hakikat iki ayrı gerçekliktir. Hakikat bizim dışımızdadır. Bütün çabamız, en doğru -sahih- şekilde ona ulaşabilmektir. Hayata topyekûn oradan bakabilmek; kendimize oraya göre bir ayar vermektir. Aksi takdirde kendimizi merkeze aldığımızda; kendi doğrularımızı, tercihlerimizi temel veriler olarak gördüğümüzde, ancak kendimizden memnun olmak gibi bir zavallılığın içinde kaybolup gideriz. Çünkü insanın ben’ini sevip durması, ona büyük bir haz verir. Aldatıcı, körleştirici bir haz… Oysa hayata dair bütün gerçeklerin, salt bizim penceremizden görünenlerden ibaret olmadığını, başka pencerelerin ve perspektiflerin de olduğunu görmemiz gerekir. Bu anlamda ancak şunu söyleyebiliriz; ben böyle gördüm. Şunları şunları yaşadım ve buradan yola çıkarak naçizane şöyle düşünüyorum…
Evet, söz konusu dergilerin bir şekilde içinde bulundum. Pek çok dergiyle de bir şekilde teşrik-i mesaim oldu.
Kabaca söyleyecek olursak, bir eylemin niteliğini belirleyen şey, öncesinde sorulan sorudur. Neden? Bir tür =niyet-amel= ilişkisi olarak düşünebiliriz bunu. Düşünmeliyiz de. Neden okuyorsun, neden yazıyorsun, neden…
Bir dergi neden çıkar?
Söyleyecek sözü, bir meselesi, kaygısı, ideali… olmaktır bu sorunun cevabı. Ortak bir duyarlığı paylaşan insanlar bir araya gelerek, derginin çatısını oluştururlar. Bu ilk adımdır ve sürecin en önemli noktasıdır. Derginin bir misyonu, hedefi vardır. Adım adım o misyonu gerçekleştirmek için yol almaya çalışır. Gündemin içinde kaybolmadan -çünkü gündem çoğunlukla oyalayıcı, yönlendirici, aldatıcıdır-, ama ülkede ve dünyada olup bitenlere de gözünü kapatmadan söyleyeceklerini söyler. Bu, doğal olarak dergide yer alan farklı türdeki ürünlerle gerçekleşir. Ama burada gözden kaçmaması gereken şey, dergide yer alan metinlerin -öykü, şiir, deneme vs.- dışında, her sayıda editör aracılığıyla okuyucuya seslenmektir. Bu, derginin kendi gündemi, yol alışıyla ilgili periyodik bildirisidir bir bakıma. Ülkede ve farklı coğrafyalarda olup bitenlere dair, okuyucunun fark etmesi, duyarlık göstermesi gereken konularla ilgili bir dikkat çekme…
Bilinen bir gerçekliktir; bir toplumdaki savrulma, çürüme, çözülme… sürecin doğası gereği asla belli bir bölgeyle, zaman dilimiyle, belli katmandaki insanlarla sınırlı kalmaz. Bir uyarı, karşı koyuş, direniş olmazsa, bu olumsuz gidiş günün birinde toplumun tüm hücrelerine sirayet eder. Çok çürüyen, az çürüyen, az savrulan, çok savrulan… gibi yaklaşımlarla insanlar kendilerini aldatırlar. Çünkü evet, insanın kendine ayna tutmamak gibi bir zaafı var. Belki de görmek istemediği, yüzleşmekten korktuğu gerçeklerden bir tür kaçıştır bu. Çünkü insanın kendi çürüyüşünü, savruluşunu fark etmesi, beraberinde büyük bir mücadeleyi gerektirecektir. İnsan, direnmeden nasıl karşı koyabilir, çürümeye?
Açıkça söylemek gerekirse, bir tarihsel kırılma döneminden -öncesi de var tabii- beri maruz kaldığımız çözülme, çürüme; yazık ki, buna karşı direnmesi, bunu çok temel bir sorun olarak görüp karşı durması gereken kesimleri de etkisi altına aldı. Hem de kendini çok ince, sinsi yöntemlerle masumlaştırarak, meşrulaştırarak… Dolayısıyla bu çürümeden, savrulmadan dergilerimizin de içinde bulunduğu bütün bir edebiyat dünyamızın etkilenmediğini söylemek, gerçekçi olmaz.
Modernizm, tatlı bir rüya gibi girdi hayatımıza. Bütün ayarlarımızı -görme, duyma, hissetme, yaşama…- kendine göre biçimlendirdi. Ona karşı koyarken bile tuzağına düşmekten koruyamıyoruz kendimizi. Deyim yerindeyse, asırlık açlıklar, bastırılmış özlemler; tıpkı bir baraj kapağının açılması gibi, boşanıverdi içimizden. Meğer… Acıtıcı da olsa, şunu demekten alamıyor insan kendini. Son balık tutulduğunda paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlaması gereken, artık yalnızca beyaz adam değil… Paranın yenmeyen bir şey olduğunu beyaz adama kim söyleyecek?
Buradan bakınca, günümüz dergiciliğini çok da sağlıklı, olması gereken yerde; tasada, misyonda, meselede göremediğimi üzülerek ifade etmek isterim. İstisnaların hukukuna saygı duymak kaydıyla; ne yazanların, ne de okuyucuların böyle bir heyecan taşıdıklarına, böyle bir beklentileri, meseleleri olduğuna inanmakta zorlanıyorum. Hem bu nasıl olabilir ki? Birbirlerini hiç tanımayan, tanımamaktan öte birbirlerinden hiç de hazzetmeyen, çarşıda pazarda görseler, doğru düzgün selam bile vermeyen; ortak duyarlıkları bulunmadığı gibi, pek çok konuda farklı düşünen, duyan, yaşayan insanların gönderdiği yazılar toplamı’ndan oluşan bir dergi, nasıl bir misyon, nasıl bir heyecan, nasıl bir projeksiyon oluşturabilir ki? Olmuyor da zaten. Kendini bir yerlerde görmenin, görünmenin, övmenin, övülmenin kısır dünyasında devam ediyor bu süreç. Yanılıyor olmayı çok isterim, ama ne bu dergicilik anlayışıyla, ne de topyekûn bu sanat-edebiyat anlayışıyla bir yere (!) varmanın mümkün olduğu kanaatinde değilim. Sorun, ürün yokluğu değil, insan kıtlığıdır! Gerçi artık kimselerin vakti yok böylesi şeyleri durup düşünmeye. Kaptıkları köşelerde mutlu-mesut yaşayıp giden insanlar tiyatrosuna tanıklık ediyoruz. Oyundan memnun olmayanlar da ne senaryodan, ne sahneden, ne de oyunculardan dolayı bir eleştiri getiriyorlar. Her ne kadar dile getirmeseler de, onların şikâyeti tamamen, oyunda rol bulamamaktan kaynaklanıyor. Bu derece düşeceğimizi doğrusu hiç tahmin etmiyordum…
-Baskısı tükenmiş öykü kitaplarınız var, ayrıca son yıllarda dergilerde okuduğumuz öyküleriniz de birikmiş olmalı. Ne gibi hazırlıklarınız olduğunu sormak isterim?
Evet, iki-üç dosyalık öykü birikti. Ben de şu aralar bu dosyalar üzerinde çalışıyorum. Gerek bu son öyküler, gerekse baskısı tükenen ilk kitaplar, yayınevinin planlaması doğrultusunda vakti geldiğinde okuyucuyla buluşacak inşallah…
-Yaşınız ve yazın hayatınız dikkate alındığında bugünün “abi”lerindensiniz. Edebiyatta abi olmak geçmişte neyi ifade ediyordu, bugün neyi ifade ediyor? Sizi yakından tanıyanlar sizin “kendi efkârında okur-yazar” olduğunuzu bilirler. Bilmeyenler için bu tercihin sebebini açmak ister misiniz?
Yeni yeni ayakta durmaya, adım atmaya başlayan bir çocuğun elinden tutmak; düşe kalka yürüyünceye, kendi ayakları üzerinde duruncaya kadar ona vaziyet etmek ne demekse, edebiyatta Abi olmak da bir bakıma aynı şey. Yazma hevesi, çabası içinde olan birinin; elinden tutulmaya, kendisine bir yol-yöntem gösterilmeye ihtiyacı vardır. Çünkü bu bir yola çıkıştır ve bu yolda daha önce yürüyenlerin, emek verenlerin tecrübesi önemlidir. (Bunu genel bir kural olarak görmeli. Edebiyat dünyasında karşımıza çıkan sıra dışı pek çok örnek var çünkü!) Ama bu iki taraflı bir ilişkidir. Abi açısından bir sorumluluk olduğu kadar, genç yazar açısından da bir tür zorunluluktur. Bütün sadeliğiyle söylediğimizde tecrübe, aktarılan açısından daha az hasar alarak, zamanı daha verimli kullanarak yoluna devam etmek anlamına gelir.
Bir zamanlar dergilerin, kitabevlerinin, kimi çay ocaklarının bu işlevi nasıl yerine getirdiğini az çok hepimiz biliyoruz…
Kendi adıma yazık ki ben, birebir böyle bir süreç yaşamadım. Zaten biraz da bu nedenle olsa gerek -özellikle ilk başlarda-, çok sancılı bir yazma macerası yaşadım...
Bugünün Abi’liğinin de -yine istisnaları dışarıda tutarak- çok sağlıklı bir işleyişi olduğu kanaatinde değilim. Kendine bağlayıcı, bir tür köleleştirici bir yaklaşım var sanki. Daha net söyleyeyim: Kimse kimsenin elinden -“Allah rızası için” demeye dilim varmıyor- bir iyilik, yalnızca bir iyilik için tutmuyor. Öyle ya, ya besleyip büyütür de başka (!) kapılara giderse… Ya başkalarıyla oturup kalkarsa… Onların adamı olursa… Hayır, önce sadakat… Mutlak sadakat hem de. Sonra bakarız yazdıklarına… O, işin en kolay tarafı… Bizim dergide yazacaksın, bizim çevremizle oturup kalkacaksın, bizim “cephede” yer alacaksın, kitabını da yine bizim uygun gördüğümüz yayınevinden çıkaracaksın… Yoksa? Canın cehenneme… Şiirin, öykün, romanın ne diyor, bizi ilgilendirmez…
Kendi efkârında okur-yazar…
Gürültüyü, samimiyetsizliği, meselesizliği, ilkesizliği sevmiyorsan ve insandan yana bunca hayal kırıklığı yaşamışsan, bir dost bulamamışsan ve üstelik de gün akşam olmuşsa…
-Bugünün edebî mahfiline ciddi eleştiriler getiriliyor. Gruplaşmalardan bahsediliyor söz gelimi. İlla bir gruba ait olmalı mı gençler? Yoksa her nerede olursak olalım, yazı yerini bulur mu?
Keşke günümüz edebî mahfilinin tek problemi gruplaşmalar olsa.
Kişilik, karakter sorunlarıyla malul insanlar, 64 yitiksöz her nerede olurlarsa olsunlar, bulundukları yeri kendi karakterlerine dönüştürmek isterler. Bu bir meşruiyet konusudur onlar için. Bir tür çevre düzenlemesi… Yanaşmak, kendilerine bir dayanak bulmak isteyenler, ayağını ona göre denk almak zorundadır. Aksi hâlde, kıvranıp dururlar kapının önünde. İtilip kakılırlar. O dergâhtan içeri adım atabilmek için, diğer bütün dergâhları yakmak, bütün şeyhleri (!) çiğnemek gerekir. El pençe divan durmak gerekir efendinin önünde. Sözünden başka söz, tarzından başka tarz yoktur. Tekkeye girmek isteyenler, görevliler tarafından takip edilirler. İzlenirler. Gözlenirler. Testlerden geçirilirler. Başka mekânlara takılan, başka şeyhlere kulak veren olursa, tereddütsüz dergâhın yüksek duvarlarından aşağıya bırakılırlar. Kimse dönüp bakmaz onun orada ciyaklamasına, sızlanmasına, merhamet dilenmesine…
Sen onlarla oturup kalkarak şair olacağını sanıyorsan…
Böylesi körleştirici, köleleştirici, onur kırıcı ilişkilerle bir yere varılacaksa, varsın o yer uzak olsun. Kişiliğimizi elimizden alanların lütfedeceği dergi sayfaları, ısbn numaraları varsın onların olsun. Kendine güvenen, yaptığı işten emin olan, emek veren, çaba gösteren, sebat eden… insanın ulaşamayacağı hedef yoktur. Günün birinde bir sunuş yazısı şöyle başlar örneğin: 26 Mayıs 1956 sabahında uyandığında, son on yıldır kendini yazar olmaya adamış genç bir adam bütün çabalarının nihayet işe yaradığını görmüştü… Evet, temiz ve yalnız kalmak; kirli birlikteliklerden yeğdir…
-80’li dönemlere buradan baktığımızda ideolojilerin olduğunu görüyoruz. Oysa bugün gençler ideolojilerden bağımsız hareket etmek istiyor. İdeolojiler bize ne söyler? İdeolojisiz bir mesele benimsenemez mi?
İşin, idrakimize giydirilen deli gömlekleri yanını bir tarafa bırakalım…
Kuşkusuz her dönemi kendi gerçeğinde görmek, anlamak gerekir. Gençliğini 70’lerde, 80’lerde yaşamış biri için ideoloji; ne olduğunu, ne anlama geldiğini bile bilmeden kendini içinde bulduğu bir cinnet ortamıdır âdeta. Bu, o gün için ne kadar kaçınılmaz (!) bir durumsa, bugün aynı karşılığı bulmaması da bir o kadar normaldir. Hep böyle yaparlar; dönem dönem farklı gömlekler giydirirler insanlara. Hatta bazen gömleksiz yaşamanın daha doğru, daha insani, daha çok yakıştığını söyleyerek, sokakları bir gecede gömleksizlerle doldurabilirler. Gömlek bağımlılarının vay hâline…
İnsanın hayatla ilk ilişkisi; onu tanımak, anlamak, kavramaktır. İnsan, bu bakışı, tanımayı, anlamayı bir şeye göre yapar. Bir yerden bakarak anlamlandırır hayatı. İşin siyasal boyutunu bir yana bırakırsak; insanın en başta bir görme biçimi’ne ihtiyacı vardır. Bu görme biçimi olmaksızın, hayatla olan ilişkisini sağlıklı biçimde yürütmesi mümkün olmaz. Savrulma, dediğimiz şey de zaten bu nedenle oluşur.
Bir Müslümanın, hayata nereden ve nasıl bakacağı; hayatı neye göre anlamlandıracağı bellidir. Âmentü dediğimizde, aynı zamanda görme biçimimizi de seçmiş oluruz. Bu bilince varmış bir insan, hayata bakmasını da, ona karşı duruşunu da belirlemiş demektir. Bu çok açık ve net bir gerçekliktir… Ama işte o asıl mesele; bir türlü şu Müslüman olmak ne ve nasıl bir şey; düşüncemize, ahlâkımıza, kısaca bütünüyle yaşama pratiğimize, dolayısıyla da sanat-edebiyat anlayışımıza nasıl yansıyacak… Bunu bilemiyoruz. Bu işin nasıl olması gerektiğini bilmediğimiz sürece de hiçbir şey olması gereken yerde olmayacak. Ne ahlâkımız, ne yaşantımız, ne de edebiyatımız…
-İçten cevaplarınız için teşekkür ederim.
-Rica ederim. Asıl ben teşekkür ederim…
Sıddık Yurtsever
Yitiksöz Sayı-8