Yurttan Sesler

 

Televizyon yayın hayatına başlayalı çok olmuştu, ama o kendinden önceki silah arkadaşlarının geleneğine bağlı kalarak yönetime el koyduklarını radyodan duyurmayı tercih etmişti. Sonrasında da konsey bildirilerini hep radyodan okudu. Ne zaman stüdyoya girip mikrofonun başına geçse baba evindeki cızırtılara boğulan kömürlü radyo aklına gelirdi. Babası herkesi susturur ve pür dikkat kesilirdi. Kendisi de radyoda konuşurken, ülkenin en ücra köşesine kadar sesinin ulaştığını ve pür dikkat dinlenildiğini hayal ederek mutlu ve mesut olurdu. Bu yüzden radyo evini sık sık özler olmuştu. Başka ülkelerde birçok özel radyo ve televizyon olmasını aklı almıyordu. Oradaki generalleri düşünür, işlerinin çok zor olduğuna hükmederdi.

 

Yeni konsey bildirisini bildirmek üzere yine radyo evindeydi. Zaten radyo yönetimi, stüdyonun birini onun taleplerine göre düzenlemiş, zorunlu birkaç hâl dışında başkalarına kullandırtmamıştı. Devlet başkanlığını uhdesine almış olmasına rağmen karargâhta kalmaya devam ediyordu. Sivil bürokratlar maraza çıkarmasalar, her daim emre amade olsalar da usul erkân bilmiyorlar ve onların bu disiplinsizliği canını sıkıyor, mümkün olduğunca onlarla temas kurmamaya özen gösteriyordu. Daha karargâhtan ayrılmadan radyoya haber ulaşır, teknisyenler müdürlerinin eşliğinde bin defa deneme yapar, sonra hızla bahçeye çıkıp karşılıklı dizilerek konsey başkanını karşılamaya hazır hâle gelirlerdi.

 

Televizyoncular, sesi radyodan alıp yayımlamak zorunda olmalarına acayip bozulur, konsey başkanını içten içe muhafazakâr bulurlardı. Bu tercih radyocuların medarıiftiharıydı; konsey başkanının tercihini değiştirmemesi için ellerinden gelenin fazlasını yapmaya çalışıyorlardı. Çünkü konsey başkanına yakın olmak, müstakbel bir teveccühe mazhar olma umudunu canlı tutuyordu.

 

Ama o gün her şey canlılığını yitirdi.

 

Konsey başkanı konuşmasının tam ortasında boğulur gibi oldu, sanki kendi sesiyle, kendi nefesiyle boğuluyordu. O an stüdyoda kimse ne yapacağını bilemedi. Ona dokunmak, ne olduğunu sormak, neyin ters gittiğini anlamaya çalışmak kimsenin haddine değildi; ona ne olabilirdi ki! Müdür nasıl söyleyeceğini bilemez bir hâlde konuk odasında bekleyen diğer konsey üyelerinin yanına gitti; bin özür dileyerek, konsey başkanına bir şeyler olduğunu, hemen stüdyoya gelmelerini bin rica etti. Konsey başkanı kravatını gevşetmeye çalışırken sanki kravatıyla kendisini boğmuştu. Başı yana kaykılmış, şapkası eğrilmiş, dili dışarı sarkmış, ağzı köpürmüş bir hâldeydi. Reji yayını kesmeye korkuyor, radyo ve televizyon boğulma seslerinden sonra başlayan derin sessizliği yayımlamaya devam ediyordu.

 

Konsey üyeleri stüdyoya girince öylece kalakaldılar. Öyle kalakalış hızla en ücra köşelere kadar yayıldı: Karargâhtaki subaylardan erlere kadar herkes olduğu yerde öylece kalakaldı. Önce belediye otobüsleri, sonra özel halk otobüsleri, dolmuşlar, minibüsler, taksiler ve özel araçlar da olduğu yerde durdu ve yolcular dışarı çıkıp öylece kalakaldı. Uçaklar havada, gemiler denizin ortasında öylece kalakaldı. Konsey başkanının canlı yayındaki sessizliği ülkenin üzerine kara bulut gibi çöküyordu. Berber köpüklü fırçayı müşterinin yüzüne şevkle sürerken; kitapçı rafa yeni çıkanları yerleştirirken; tel örgü nöbetindeki asker tam sağ adımını atarken; tekstil işçisi ünlü bir markanın etiketini işlerken; kâğıt toplayan çocuk konteynerden çıkan bir çuval üniversite hazırlık kitabına sevinirken; bir mülteci memleketinde kalmış nişanlısına mektup yazarken; bir baba askıdan beş ekmek alırken ölüm sessizliğinin altında öylece kalakaldılar. Herkesin kulağı radyo ya da televizyonda, gözleri birbirindeydi. Hâlâ dükkân ları açık duran esnaf utançtan kepenklerini indirmeye başladı. Sevinmek isteyenler sevinemiyor, üzülmek isteyenler üzülemiyordu.

 

Canlı yayında birden sesler yükselmeye başladı. Konsey üyeleri kontrolden çıkmış bir şekilde emirler yağdırıyordu: Doktor çağırın! Acili arayın! Ambulans bulun! Sağlık bakanına ulaşın! Başhekim koşsun gelsin! Ne duruyorsunuz sersemler!… Ancak stüdyoda emirlerin muhatabı yoktu. Rejideki teknisyenler donakalmışlardı. Neden sonra müdür, emirleri üzerine aldı ve en yakın telefona değil de alışkanlıkla odasına doğru hızlandı. Düşünmeden doktor arkadaşını aradı. Doktor, oh iyi olmuş, dedi, sonra hemen lafını toparladı ve yapabileceği bir şey olmadığını, acili aramasını söyledi. Müdür acili, radyo evine en yakın hastanenin başhekimini, kurum doktorunu, il sağlık müdürünü sırayla aradı. Zaten canlı yayından sonra herkes teyakkuz hâlindeydi. Sağlık bakanı müsteşarını; müsteşar, il sağlık müdürünü; il sağlık müdürü, tüm başhekimleri; başhekimler, acilleri çoktan aramış ve radyo evinin önü kısa zamanda ambulans, doktor, hemşire cennetine dönmüştü. Merdivenlerde, koridorlarda herkes birbirini eziyor, ama bir türlü stüdyoya ulaşamıyorlardı. En can alıcı anda ordu komutanı belirdi. Kısa zamanda ortalığa nizamat verdi ve en kıdemli, en ehil doktoru ânında belirleyerek onu stüdyoya aldı ve yayının kesilmesini emretti.

 

Canlı yayında en son bu emir duyuldu.

 

Darbe karşıtlarına gün doğmaması için ordu komutanı diğer mevkidaşlarını aradı. Emirler yıldırım hızıyla mutfakta patates, soğan soyan erlere kadar indi. Askerî araçlar yine caddelere çıktı. Askerler yine köşe başlarını tuttu. Mühim meydanlara tanklar yine konuşlandırıldı. Jetler yine uçtu. Zaten ordunun bu konuda ciddi bir tecrübesi vardı, bu nedenle hemen organize oluverdiler.

 

Sokaktaki insanlar evlerine; evlerindekiler odalarına; odadakiler kanepelerine sindi. Halk da bu konuda tecrübeli olduğu için hızla yapması gerekeni yapıp yok oluverdi ortalık yerden.

 

Radyo ve televizyon yayını kesmiş olmasına rağmen, ölüm sessizliğinin ağırlığı yayılmaya devam ediyordu en ücra köşelere kadar. Kimse radyo ya da televizyonunu kapatamıyor; oradan yayılan sağır edici sinyalin her an kesilip ülkeye, kendilerine dair bir şey bildirmesini umuyorlardı.

 

Konsey üyeleri ve ordunun ileri gelenleri, ne yapacakları hakkında konuk odasında tartışırken odaya ağır bir kokunun dolduğunu fark ettiler. Ölümünün üzerinden ancak birkaç saat geçmiş olmasına rağmen, konsey başkanının cesedi daha önce görülmedik bir hızla çürümeye başlamış, odaya ağır koku dolmuştu. Generallerden biri konuk odasının penceresini açtı: Bebek ağlama sesi!… Başlarını dışarıya uzattılar. Bebeğin sesi kendi seslerini nerdeyse bastıracaktı.

 

En kıdemlileri bunu karşı darbe girişimi gibi algıladı. Çabuk hareket etmeliydiler. Birisi hemen karargâha gidelim dedi. En kıdemlisi bunun vakit kaybı olacağını, memleketin radyodan da rahatlıkla yönetilebileceğini söyledi. Hızla stüdyoya doluştular. O ara sağlık ekibi konsey başkanının cesedini morga kaldırmak için son hazırlıkları yapıyordu. Reji hemen canlı yayını açtı. Anarsiştler... anarşiştler hemen hareketlenmiş, dedi en kıdemli; biz bu huzuru, istikrarı, tırnaklarımızla... dedi, anarşikler kaybımızın acısıyla zafiyet… En kıdemlinin bir altı, kâğıda ANARŞİST yazıp gösteriyordu, keşke bir metin hazırlasaydık diye düşünürken. En kıdemli bir an şaşırdı. Konuşuyor mu, düşünüyor mu, yayın açık mı, kapalı mı hiç farkında değildi. Kes! diye emretti. En kıdemlinin bir altı nasıl da böyle bir halt ettiğine şaştı, kâğıdı buruşturdu. Reji buz kesti; kes emri yayınla mı ilgiliydi… ama yayını kesmeyi göze alamadı.

 

Radyo binasında ağır kokudan nefes alamayacak hâle gelen konsey üyeleri, kendi aralarında fısıldaşıyor, en kıdemliden gelecek emri bekliyorlardı. En kıdemlinin şakaklarından inen ter damlası omuzundaki yıldızların ikincisine düştü. Yapacak bir şey yoktu. Kimseyle göz göze gelmeden beklenen emri verdi: Binadaki bütün pencereleri açın. Askerler derin bir oh çekerek koşuşturmaya başladılar. Açılan her pencere binaya dolan yeni bir bebek sesiydi.

 

Bebek sesleri canlı yayına karışmaya başladı. Anneler ve babalar ve dedeler ve nineler tanıdı sesleri…

 

Cemal Şakar 

 

Yitiksöz Sayı-5