Tarih boyunca birçok düşünür zaman kavramı üzerinde düşündü. Bunun yanında her uygarlık da zamana ayrı bir tanım getirdi ve bu zaman içinde yaşamaya, toplumsal kurumlarını bu zaman algısına göre düzenlemeye çalıştı. Platon, Aristo, Heidegger, Kant, Bergson, Newton, Poincaré, M. Proust… Batı’da bu kavram üzerinde düşünenlerden bazıları. Bizim uygarlığımızda da İmam-ı Gazali, Şehristani, İbn-i Sina, Fahreddin-i Razi, A. Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl… gibi birçok bilgin ve sanatçı zaman kavramı üzerinde düşünmüşlerdir. Kur’an-ı Kerim’de geceye, gündüze, fecir, kuşluk ve ikindi vakitlerine yemin edilmiştir. Ticaretlerinde dürüst davranmayanlar, ‘terazi’leriyle ölçüp tarttıklarında haksızlık yapanlar Büyük Gün ile tehdit edilirler. Bu tür insanlara diriltilecekleri Büyük Gün’ü akıllarından çıkarmamaları ısrarla söylenir. Geceyi gündüze, gündüzü de gecenin üstüne sarmaktan, dolamaktan; gündüzün bir maişet, gecenin ise bir elbise ve istirahat vakti olarak yaratıldığından söz edilmiştir. Gündüz hareket, gece sükûnet vaktidir. Süreklilik arz eden zaman, tek geceden veya tek gündüzden de ibaret olabilirdi. İslam inancında Allah’ın geceyi gündüzden ayırması, O’nun yaratıcı gücünün bir delili olarak görülür.

 

Birçok uygarlıkta bazı günler ve geceler, bazı aylar, kutsal, bereketli zaman dilimleri olarak belirlenmiştir. Bazı günler de büyük gün, kıyamet, hesap günü, din günü olarak anılmıştır. Yine vakit, asr, devir, duha, mağrip, maşrık, zuhr, ecel ve dehr kavramları zamanla ilgili kavramlardır. Ecel, bir varlığın ömrü anlamında kısa bir zaman dilimini ifade eder. Uzun zamanı ifade eden dehr kavramı ise, “âlemin ilk vücuda geldiğinden, son bulacağı ana kadar geçecek olan süre demektir”1. Dehrî; zamanın gücüne inanıp ahireti inkâr edenlere verilen bir mensubiyet ismidir. Dehrî; dünyalı, dünyaya ait, zamana mensup olan; kimliği dünya ile açıklanan demektir. Dehriyyun’a göre hayatın ve ölümün sebebi zamandır, günlerin geçip gitmesidir, doğa olaylarıdır. Bu anlayışa göre zaman, yaratıcı bir güçtür. İslam uygarlığında ise insan da zaman da yaratılmıştır ve sonludur . Bu uygarlıkta zamana küfredilmemesi, kötü zaman, kötü kader… gibi suçlamaların yapılmaması istenir. El-Vitru sıfatı da Allah’ın güzel isimlerinden biridir.

 

İktisatta zaman, tarihte zaman, edebiyatta zaman, fotoğrafçılıkta zaman… Bu alanlarda da zamandan, zaman algısından, zaman kullanımından söz edilebilir. Hangisinden söz edilirse edilsin, önce zamanın neye göre belirlendiği, hangi amaç için kullanıldığı önemlidir. Bu belirlemeye ve kullanıma göre bir dünya ve hayat algısı ortaya çıkacaktır.

 

Hareketin ölçüsünden ibaret olan zaman, bir süreç (vetire) olarak kabul ediliyor. Vetire sözcüğünün ip anlamı da var. Tevatür, mütevatir sözcükleri de aynı anlamları içeriyor. Tevatür; art arda zincirleme, birbiri ardından gelmek demektir. Mütevatir haber de yalan söylemelerine ihtimal verilmeyen çok sayıda kişinin verdiği haber, hadis anlamında kullanılır. Bu nedenlerle zamanın hızla, bir ip gibi çizgisel bir şekilde aktığına inanılıyor. Aslında hızlı akan zaman değildir. Zaman, aynı zamandır. Güneş aynı vakitlerde doğar, aynı vakitlerde batar. Çağdaş insan çok hızlı bir enformasyon sağanağı altındadır. Hızlı akan zaman değil görüntülerdir, imgelerdir, haberlerdir.

 

Müzikte tempo denildiğinde, müziğin hızlı veya yavaş akışı anlaşılır. Ritim ise ahenktir. Sesin, nefesin, yürüyüşün, kalp atışının bir ritmi vardır. Bu ritim bozulursa tehlike var demektir. Hangi konuda olursa olsun ritimsizlik, yapılan eylemleri karmakarışık, anlamsız, ahenksiz hâle gelecektir. Güney Koreli felsefeci Byung-Chul Han da zaman üzerinde düşünen, zamanla ilgili önemli sözler söyleyen, zamanın ritminden söz eden bir düşünür. Chul-Han’a göre zaman, düzenleyici bir ritmin eksikliğini çekmektedir.  

 

 Bu ölçüsüzlük, düzensizlik insanı olayların, görüntülerin etrafında hızla evirip çeviriyor, döndürüp duruyor. Bir ahenk, bir uyum yok. İnsan, bir imgeden başka bir imgeye, bir olasılıktan başka bir olasılığa o kadar hızlı geçiyor ki düşünmeye fırsat bulamıyor. Bu hızlı imge akışı içinde insan durmayı, duraklamayı düşünemiyor. Uyurken bile uyku performansını ölçüyor. Bu aktif yaşam ve hız, tefekkürü de ortadan kaldırıyor. Bu nedenle insan zamanın hızlı aktığını zannediyor. Bu vehmin en önemli nedeni de çalışmanın, eylemin kutsallaştırılması, mutlaklaştırılması, yaşamın olmazsa olmaz şartı durumuna getirilmesidir. İnsan böyle bir anlayışla, bir animal laborant/çalışan hayvana dönüştürülüyor. Bu çalışma temposu, insanı olaylara, görüntülere, dış görünüme yapışıp kalmış bir yaşam biçimine mahkûm etmekte, perde arkasının gözden kaçırılmasına, hakikatin ıskalanmasına neden olmaktadır. Çünkü tefekkür, durmayı gerektirir. Hız, insanın elinden düşünme yetisini alır.

 

 Çağdaş insanın edindiği bilgiler, çoğu zaman derin bir deneyimin, çabanın, durup düşünmenin sonucu değildir. Görüntüler, imgeler, her şey her an değişmektedir. Her ân her şey olabilir. Bu nedenle de çağdaş insan için hiçbir şey kesin ve mutlak değildir. İnsan böyle bir hızla koşuştururken önemli olanın ne olduğunu gözden kaçırmaktadır. Asıl önemli olan soru, niçin çalışmalı sorusudur. Bu soruya doğru yanıt bulunabilirse insan o zaman erdemli bir yaşamı ve mutluluğu yakalayabilecektir.  

 

İnsan, ölümlü olduğunu biliyor. İleride bir gün ölecektir. Ama sözünü ettiğimiz hız nedeniyle ölümü her an başa gelebilecek bir gerçeklik olarak düşünmüyor. Hatta ölümü öldürmek, ölümü yaşamından kovmak istiyor, zamanın açtığı parantezi hiç kapatmak istemiyor. Zaman böyle hızlı akıyor gibi görününce insan, yaşayabileceği hazları bir ân önce ve eksiksiz bir şekilde yaşamanın hırsıyla doluyor. Kendisini ilgilendiren sadece kendisi, kendi hazları oluyor. İşin tuhaf yanı, bu hazlar da başkaları tarafından öneriliyor, cilalanıp ona sunuluyor. Bu insan içine dönerek, bir özeleştiri yaparak kendi kuyusundan, kendi derinliğinden çekip çıkardığı berrak bir suyu değil, başka havuzlardan taşınan ve önüne konulan bulanık bir suyu içiyor, reklamlar denizinde kulaç atıyor. Başka bir deyişle, insan düşünürken, karar verirken bile özgür değildir. Başkalarından devşirdikleriyle, başkalarının sunduklarıyla ödünç olarak düşünmekte, zamanı ve yaşamını başkaları düzenlemektedir. İnsan, zamana bir düzen verebilmeli. Zamanla ilgili bir yönergesi olmalı insanın. Zamanı durduran, yavaşlatan, bölümleyen, tefekküre olanak sağlayan bir yönerge yoksa, gidilecek bir yön de yoktur. Çağdaş insan yönergesizdir ya da yönergesiz olduğu için yanlış yönlerde gezinip durmaktadır.

 

İslam uygarlığında zamanı düzenleyen, zamana ritim veren duraklar vardır. Günlük 5 vakit namaz bir ritim düzenleyicidir. Namaz, yaşamı düzenleyen bir yönergedir. Bir gün, beşe bölünür. Bir yıl, senede iki kez gelen bayram günlerine göre bölümlenir. Müslüman çalışır, yorulur, ezana kulak verir, çağrıya icabet eder, hayatı yeniden algılar ve yeniden yola devam eder. Bunu günde 5 kez gerçekleştirir. Oruç da bir ritim ayarlayıcıdır. Müslüman, senenin 11 ayı yer içer. Ama bir ay zamanı durdurur, olgunluk için durur, düşünür, belli vakitlerde yemeyip içmemeye, düşünmeye, başkasını görmeye karar verir. Bu çabasının sonucunda, iç dünyasında büyük bir deneyim yaşar, arınır. İzleyen aylarda da bu deneyimi sürdürmeye çalışır. Akif ve itikaf sözcüklerinin içeriğinde sebat etmek, direnmek anlamları vardır: Kötülük yapmamakta, iyilik yapmakta, yoksulu gözetmekte, iyi olmakta sebat etmek, Yaratıcı’nın sevdiği bir kişi olmakta direnmek.

 

Sanat, Sanatçı ve Zaman Algısı

 

Sanat, güzel olanın peşindedir. Sanatçı, bu güzelliği kendi iç deneyimiyle yakalar ve sunar. Sanatta ilerlemeden/gerilemeden söz edilemez. Bu güzellik yüzyıllar önce de yaşanmış, yakalanmış olabilir, yüzyıl sonra da yakalanabilir. M.Ö yapılan, sözgelimi Göbeklitepe veya 16.yüzyıl mimarisini gösteren Selimiye Camisi bugünün yapıtlarının sanat değerinden çok daha ileride olabilir.

 

Sanat ve sanatçı, kitleler gibi kolayca değişmez, her sunulanı kabul etmez, hakikati gözler, hakikati görmeye çalışır. Her eski olana kötü, her yeni olana güzel demez. Sanatçı, mükemmeli arayan insandır. Bu nedenle onun tatmin olmamış bir ruh dünyası, estetik bir huzursuzluğu vardır. İçinde yaşadığı zamanın bir ritmi yoksa, o da zamandan, bu ortamdan rahatsızdır, mutlu değildir. Sanatçı, hakikate dikkat çekmek adına bu zamana, hıza, değişime veya duruşa itiraz eder. Yönünü iç dünyasına, anılarına, gelecek rüyalarına çevirir. Öte yandan, sanatçı realist, rasyonel, mekanik de değildir. Sanatçı bir uyumun, bir ahengin, bir dengenin, bir ritmin peşindedir. Ne var ki onun aradığı denge, ahenk akla, mekaniğe uygun bir denge değil, doğal olanla uyumlu olan bir denge ve ahenktir. Sanatçıda bu dengeyi kurabilecek yetenek, bir Tanrı vergisidir. Yetenek ve emek birleşir, sanat ürününe dönüşür. Sanat/sanatçı zamana, bilim ve teknolojiye ayak uydurmak istemediği gibi, bu canavardan, yani çağdaş zaman algısından kurtulmak ister, zamana kendisi bir ritim vermek ister.  

 

Ahmet Haşim zaman kavramının, saat değişikliğinin insanı, uygarlığı değiştiren, dönüştüren en önemli değişiklik olduğunu düşünür. Zamanla ilgili görüşlerini, duygularını Müslüman Saati adlı yazısında açıklar. Bir Müslüman’ın günü, fecir vaktinin aydınlığı ile başlar, güneşin batarken ufka yansıttığı kızıl renklerle son bulur. Ahmet Haşim’in günü 24 saat değildir. Onun, gün ışığı ile başlayan yine gün ışığının sona ermesiyle biten 12 saatlik kısa, hafif, yaşanması kolay bir günü vardır.

 

Sanayi devrimiyle yaşanan değişim süreci ve koşuşturma, çok hızlı bir şekilde dünya, zaman ve insan algısını da değiştirdi. Her yeni olana yanlış bir tanımlamayla güzel denildi. 1 gün 24 saate bölündü. Gece ile gündüz birbirine karıştırıldı. Üretim ve tüketim uğruna kadın ve çocukları da fabrikalarda çalışmaya zorlayan bir zaman algısı ortaya çıktı. Geceler gündüze çevrildi. Zaman artık mutluluğu az, zahmeti, sıkıntısı çok, berrak değil bulanık bir yeni gün koymuştur insanlığın önüne. Ahmet Haşim’in tanımladığı ve sevmediği bu yeni gün, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok olan bir gündür. Bu gün, yeraltında, yerüstünde olabildiğince fazla çalıştırılacak çok sayıda köleleri olan acı ve nihayetsiz bir gündür. Eski saatin/zamanın bitişiyle birlikte fecir vakti de akşam vakti de bitmiştir artık. Gün 24 saattir. Sürekli bir Şimdiki Zaman vardır. Pırıl pırıl, ışıl ışıl, geceyi gündüze çeviren bir zaman yürürlüktedir. İnsan, zamanı durdurmadan nöbetleşe çalışmak zorundadır. Gece saat 12/08 aralığında da çalışacak işçi lazımdır. Artık geç uyumakta geç uyanmaktadır insanlık. Fecir vaktinde, artık sadece kümeslerdeki mağrur horozlar uyanıktır. Ahmet Haşim’e göre insanımız, çölde yolunu şaşıran insanlar gibi zaman içinde kaybolmuştur. Çizgisel bir zaman insanı esir almıştır.  

 

Bu tür bir zaman algısıyla insanlar ilerici/gerici, az gelişmiş/çok gelişmiş ve benzeri görece sınıflandırmalara tabi tutulmaktadır. Ne var ki zamanı bir daire olarak düşünenler de vardır. Necip Fazıl zamanın korkunç bir daire olduğunu, bazı geriden gelenlerin yüz bin devir ileride olduğunu söyler. A. Hamdi Tanpınar ise zamanın ne içindedir ne de büsbütün dışındadır, yekpare geniş bir ânın parçalanmaz akışında yaşamaktadır. Tanpınar, bir şeylerin yanlış yürütüldüğünün farkındadır. Bir ritim eksikliğini hisseder. Bu nedenle durur. Eşiktedir, eşikte bekler, zamanı ve hakikati yakalamaya çalışır, sorular sorar. Eşikte duruşta bir acı, bir hüzün de vardır. Bu duruş, aynı zamanda huzursuz bir bekleyiştir. Onun eşikteki bu duruşu, yârden de serden de vazgeçmeyen bir tereddüt hâlidir.

 

Zamandaki bu ritimsizlik mevsimleri de birbirine karıştırmıştır. Hangi sebze ve meyvenin hangi zamanda yetiştiği artık bilinmez, hatırlanmaz. Her mevsim her ân yaşanılır, her sebze her mevsimde tüketilebilir. Buna zamansızlık da denilebilir. İnsanlık bir zamanlar zamanı, Nil nehrinin yükseliş ve alçalışına göre, doğaya göre, güneşin doğuşuna ve batışına, doğum ve ölüme göre belirlerken günümüzde sınırsız bir ânı, ucu açık bir şimdiki zamanı yaşamaktadır. Zamanla ilgili bu çarpık düzenlemede para ve haz ana belirleyicidir. Üretime/tüketime, paraya göre bir zaman kullanımı söz konusudur. Para getirmeyen hiçbir şeyin değeri yoktur. Para, zamanın simgesidir. Anamalcı sistemin başat sloganı vakit nakittir sloganıdır. Para kazanma arzusunun ritminin yüksek olması, yaşamın ritminin, günlük koşuşturmaların ritminin de yükselmesini beraberinde getirmiştir. Güneşin doğuşuna ve batışına bağlı mutlak/gerçek zaman kenara alınmış, mekanik, görece bir zaman yürürlüğe girmiştir.

 

Görece zaman, sermaye sahiplerinin, gücü elinde bulunduranların, ağ toplumunun, çağın belirlediği zamandır. Paranın, her şeyin önüne geçirilmesiyle birlikte zaman da metalaşmıştır. Belli bir para için, belli bir zaman harcanacaktır. Herkesin ne kadar zamanda ne kadar para kazanacağı, ne zaman çalışacağı veya ne zaman mola vereceği belirlenmiştir. Para, zamanı da belirler duruma gelmiştir. Bu nedenle de zaman kavramı ve algısı anlam değiştirmiştir. Ekonomik bir kâr getiren zamanın bir değeri vardır ancak. Günümüzde bu mekanik zamana uyma çabası insan doğasını zorlamakta, insanı yormakta, mutsuz etmektedir. Bu mutsuzluktan kurtulmak için de zaman sana uymazsa sen zamana uy hurafesi işlerlik kazanmıştır. Chul Han güzel ve yerinde bir tanımlamayla, üretmek/ tüketmekten başka bir amaç gözetmeyen çağdaş topluma yorgunluk toplumu diyor. İnsan zamana değil, zamanın içindeki görüntüler, imgeler, anlatılar insana bir düzen verip onu yönetmektedir. İnsan da zamanı kendine, hayata, dünyaya bir anlam kazandırmak, kendine bir düzen vermek için değil, evrendeki nesnelere, sahip olduğu nesnelere bir düzen vermek için kullanmaktadır. İnsan, nesne öncelikli bir yaşam sürmektedir.

 

Çağdaş insan, bu zaman ve varlık algısıyla kendine hep ileri gitmek gibi bir hedef belirlemiştir. Akan, zamanı bir ân bile durdurmadan çalışmayı, ilerlemeyi düşünmektedir. Zaman/işgücü/ ücret/daha çok kâr elde etme bağlamında kendisini koşmakla, daha çok kazanmakla, daha çok nesnelere sahip olmakla yükümlü görmektedir. Böyle bir bakış açısıyla zaman, kâra, performansa endeksli modern iktisat kuramlarına/kurumlarına uygun adımlarla yol alıyor. İhtiyaçlar sınırsızdır deniliyor. Bunun sonucu insan Olmak kipliğinden çok İstemek ve Sahip Olmak kipliklerinin esiri oluyor. Bu zaman algısıyla insan yolun sonunu göremiyor, yolun semantiğini kaybediyor.  

 

Sanayi devrimiyle birlikte yüceltilen modern akıl, teknoloji ve modern zaman algısı, bunlarla iç içe geçen modern sanat anlayışı da artık gücünü yitirmeye başlamıştır. Bu modern akıl ve akımın da modası geçti. Bu bakış ve yorum biçimi, yerini postmodern olana, başka bir deyişle, şüpheye bırakmıştır. A. H. Tanpınar Huzur romanında, düşüncesinin, kendisine mukavemet eden bir şeye karşılaşmadığını, kendisini çok yumuşak bir toprakta yuva yapmaya çalışan bir hayvan gibi hissettiğini söyler. Her istediğimiz yere gidebiliyoruz gibi geliyor bana der. Tanpınar, bunun sonucunda da imkânsızlığın ta kendisi olan bir imkân kalabalığına çıktığımızı söyler. Byung-Chul Han’ın düzenleyici bir ritim eksikliği dediği gerçeklik de aynı imkânsızlıktır. Postmodern dediğimiz algı da budur: Ne olsa gider, gösterilen sınırsızdır, anlam tüketilemez…

 

İnsanlık, bu kadar çok imkân kalabalığı içinde hakikati kaybediyor. Dur durak bilmeyen bir yaşam biçimi, kafayı kaldırıp enginlere bakmaya olanak vermiyor. İnsan bu hız içinde bir ‘Şimdi’den yeni bir ‘Şimdi’ye geçiyor. Bu insana göre, geride kalan zaman değersizdir. Bunun ne kadar doğru olduğunu/olmadığını düşünmek, gündeme getirmek bile gerilemektir, geriye gitmektir.

 

Bu zaman algısında ilahiyata, metafiziğe yer yoktur, öteler, ahiret bu anlayışı çok ilgilendirmez. İnsanı asıl ilgilendiren tensel, bedensel hazlardır. Bu çalışma düzeninde zaman ve dünya algısı sığdır, ufuksuzdur, derinlikten mahrumdur. F. Nietzsche, Tanrı öldü der. Artık zamana düzen veren Tanrı değil, insandır; insanın arzu ve hevesleridir, hazlarıdır. Günümüzde Tanrı’nın buyrukları ve din değil, sağlık ve haz önem açısından ilk sırada yer almaktadır. Ne var ki J. Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı’nda, orji olarak adlandırdığı bu haz fırtınasının da biteceğini, bittiğini söyler. İnsanlığın şimdi ne yapacağını sorgular. Asıl sorun olarak da bunun üzerinde düşünülmesi gerektiğini vurgular.

 

Çağdaş insan için hemen erişim bir tutkudur. Bu insan için sadece Şimdi ve hemen erişilebilir olan anlamlıdır. Haz peşindeki insan, bin bir olasılık içinde durmadan koşturmaktadır. İnsan bir orada bir burada gezinmektedir. Gezinirken de telaşlıdır, dağınıktır. Bir imgeden diğerine, bir görüntüden diğerine dolaşır durur. Çağdaş insanı zapping ve sörf sözcükleri açıklayabilir. Bu insanın bir kanalı yoktur, sürekli kanal değiştirir, daldan dala atlar. Hızlı, dalgalı bir kayak gezintisi, sörf yapar. Bir düşünce uzamı, insanı esir alan ağ uzamı yönsüz, yönergesiz, ilkesiz bir uzamdır. Bu yolun bir sonu yoktur. Bu uzam, sürekli, büyük bir nehir gibi akan bir görseller geçididir.

 

Sörf yaparak derine inilmez, yüzeyde dolaşılır ancak. İlginçtir, İngilizce bir sözcük olan Browser/Browsen sözcüğünün sözlükteki ilk anlamı otlamak’tır. Bu fiil, 1840’lı yıllarda animal which browses (otlayan hayvan) şeklinde kullanılır. Fransızca Brouter fiili de otlatmak anlamında kullanılan bir fiildir. Günümüzde kazandığı bir başka anlam ise göz gezdirme, taramadır. Göz gezdirmek, rastgele gezmek sorun çözmez sadece haberdar eder. Bakılanların içselleştirilmesi, içeride anlamlandırılması, yorumlanması; anlamlandırma ve yorum için de bir ölçütün, bir dayanağın, bir duyarlığın olması gerekir. Günümüzde insan zamana ritim verecek, varlığı, insanı, dünyayı anlamlandıran sağlam bir dayanak bulamadığı için gezgindir, hızlıdır, aylaktır. Bu hız da insanı semantik körü hâline getirmekte, düzgün, sağlıklı bir yapının inşasını engellemektedir. Bu nedenle de insan hayatın dizginlerini eline almakta zorlanmakta, olup bitenlere/olup biteceklere, işleyen zamana teslim olmaktadır. Ancak insanın ve dünyanın anlamını kavramak, özü görmek, öze gitmek, öz üzerinde düşünmek, varlığı açıklamak sorun çözecektir.  

 

Güney Koreli düşünür Byung-Chul Han, Vita activa ile vita contemplativa arasında bir dengenin kurulması gerektiğinden söz eder. Ona göre, çalışma, aktif yaşam temel ihtiyaçlarla bağlantılıdır; çalışmanın kendi başına bir amacı yoktur. Şunu da ekler: “Biz tamamen çalışma, etkinlik ve üretkenlik tarafından massedilmiş bir dünyada yaşıyoruz. (…) Orta çağda vita activa, vita contemplativa ile birlikte telkin ediliyordu. Çalışmaya anlamını veren şey derin düşünceydi. Gün duayla başlardı. Dualarla biterdi. Dualar güne bir ritim verirdi”2. Başka bir deyişle vita contemplativa (murakabe, başka kavramlarla söylersek, derin düşünce, insanın iç âlemine bakışı, iç denetim, inceleyip düşünüp durumu kavramak…) güncel yaşamı da yönetmelidir.

 

Heidegger, Aristo’nun yaşamını çalışma olarak özetler ve onun yaşamöyküsüne değil eserlerine bakmamızı önerir: “Aristo, doğdu, çalıştı ve öldü” der. Çalışmak kavramını doğru açıklayabilmek gerekiyor. Çalışmanın, Calvin ve Luther’in dünyasında teolojik bir anlamı vardır. Onlara göre çok çalışarak ekonomik kurtuluşa erişen kişi kutlu bir sonu hak edecektir. Reformistler performansa adanmış, çok paranın kazanıldığı bir yaşam biçimini kutsarlar. Onlar için, az zamanda çok para kazanmak ilk amaçtır. Bu anlayışta, dindar insan çok çalışan çok para kazanan insandır. Çağdaş insan zamanı, Tanrı’nın belirlediği ölçüler içinde değil, ancak üretim için harcayabilir. Uyumak bile üretimi artırmak içindir. Bu anlayışta, yaşam demek, iş demektir.

 

Bu çalışma temposu, çağdaş insanı murakabeden, derin düşünceden mahrum etmektedir. İnsanlık performans kaygısıyla ölümcül bir hiperaktifliği yaşamakta, derin bir iç huzurunu yakalayamamaktadır. Marks için para, Adam Smith için haz vazgeçilmez bir amaç olarak belirlenmiştir. Bu düşünürlerin önerdiği sistemlerde kavga bu iki olgunun çevresinde dönmektedir. Dünya bu iki emelin peşinde koşmaktan yoruldu. Gerçek ihtiyacın huzur olduğunu unuttu. Nietzsche neredeyse 150 yıl önce insanlığın aktif yaşamından, devingenliğinin yoğunluğundan şöyle sızlanır: “Devingenlik öyle büyük ki yüksek kültür artık meyve veremiyor, sanki mevsimler hızla izliyor birbirini. Huzur eksikliğinden dolayı uygarlığımız yeni bir barbarlığa doğru gidiyor”3. Bugün bütün eylemler kâr odaklıdır, haz ve çıkar odaklıdır. Kâr getiren eylem değerlidir ancak. Zaman kâr için vardır. Zamanın üretimden başka bir kullanım alanı yok mudur? Fıtratın, insanın yaratılışının, yaratıcının söylediklerinin dikkate alınması gerekmiyor mu? Dünyayı, insanlığa zehir eden az çalışmak veya az bilgi sahibi olmak değildir. İnsan, çok şeyi biliyor ve çok çalışıyor. Ne var ki aynı zamanda dünyayı yaşanmaz hâle getiriyor. Aşkı, merhameti, özveriyi, hesabı, hesap gününü unutuyor, Filistinli çocukları gözlerinden vuruyor.

 

Zamanı doğru kavrayan dünyayı da doğru açıklayacaktır. İslam uygarlığı, doğruları ve yanlışları belirledikten sonra sık sık ahiret evinin daha hayırlı ve sonsuz olduğunu, buna göre insanın zamana bir ritim vermesi gerektiğini hatırlatır. Çünkü insan emel peşindedir ecel de insan peşindedir. İnsanın kullanacağı zaman, her ân elinden kayıp gidebilir. Zamanı doğru algılayan insan ahiret öncelikli düşünecek, ölümü ve hesabı göz ardı etmeyecektir.  

 

Byung-Chul Han, yol, yolculuk ve zaman kullanımı ile ilgili ilginç bir karşılaştırma yapıyor: Hacı ile turisti karşılaştırıyor. Hacı ve turist, her ikisi de bir yola düşmüştür. Ama hacı, nereye gittiğini bilmektedir, kurtuluş getirmesini umduğu bir yolda yürüdüğünün farkındadır. Hac yolu salt bir geçiş değil, bir Orada’ya geçiştir, Yaratıcı’nın huzuruna yöneliştir. Turist için ise belli bir geçiş yoktur, o her yere geçebilir, her yere gidebilir, her ân bir başka yöne yönelebilir. Turist, tam anlamıyla yolda değildir, gezgindir, aylaktır, oradan oraya sıçrar durur. Önce nereye doğru yol alındığının bilinmesi, bu bilgiye göre zamana, varlığa bir anlam ve ritim verilmesi gerekiyor. İsmet Özel, Müminin istirahati namazdır diyordu. Sezai Karakoç da şöyle sesleniyor: Fakat ben dağların sesini duydum/Anladım gelmekte olan zamanı/ Yöneldim Büyük Amaca.

 

Büyük Günü düşünerek, Büyük Amaca yönelerek zamana bir ritim vermek bizim de Byung-Chul Han’ın da zaman sorununu çözecektir diye düşünüyorum.

 

Hilmi Uçan 

 

Yitiksöz Sayı-6