Âtıf Bedir'le Hayat-Memat ve Edebiyat Üzerine

 

-Asıl adınız Abdurrahman Başpınar. Neden Âtıf Bedir? Sadece bir müstear mı? İki ismi birden taşımak hayatınızı nasıl etkiledi?

 

- Doğduğumda kulağıma okunan isim Abdurrahman’dı. Dedemin adı. Kahramanmaraş Suluyayla Köyü Pınarbaşı mezarlığında yatıyor dedem. Taşında Abdurrahman Başpınar yazıyor. 1982 yılında Edebiyat dergisinde ilk yayımlanan şiirimin üstünde Âtıf Bedir ismini görünceye kadar sadece asıl ismimi kullandım.

 

1981yılında üniversiteyi kazanıp Ankara’ya geldiğimde daha önce okuyucusu olduğum Edebiyat dergisine şiir vermeye başlamıştım. O dönemde Edebiyat’ta herkese bir ikinci isim veriliyordu. Buna biraz da ben sebep oldum galiba. 1981 yılında Maraş Lisesi son sınıfında okurken aynı zamanda akrabam da olan Edebiyat dergisi yazarlarından Necip Evlice’den bir mektup aldım. Necip Evlice o dönemde Almanya’daydı. Ben de o yaz üniversite sınavına girecektim; hazırlık kursu için sınavdan önce Ankara’ya gitmek istedim. İşte sözünü ettiğim mektupta Necip Evlice “Ankara’ya gittiğinde Edebiyat’ın yönetimevine git, orada arkadaşlar sana yardımcı olurlar, onların evinde kalırsın.” gibi şeyler yazıyordu. Mektup benim elime geçmeden Maraş Sıkıyönetimin Komutanlığının eline geçiyor. Mektuptaki, yönetimevi vb. ifadelerden bir örgüt yapılanması şüphesi çıkarıyorlar. Gelip beni okulda dersten aldılar. Sıkıyönetim Komutanlığına geldik, sorgulama başladı. Sonunda bu mektupta kastedilen yerin gerçekten bir dergi yönetimevi olduğu kanaatine vardılar.

 

Bu arada polisler eve giderek dergiden örnekler alıp incelediler tabi. Ertesi gün beni serbest bıraktılar. Bu durumdan o dönem İstanbul’da bulunan Nuri Pakdil Ağabey’in haberi olmuş, derhâl Duran Boz (Ömer Erinç)’u Maraş’a göndererek olayın aslını öğrenmek istemiş. Duran Boz geldi beni buldu, olayı anlattım. Ama Edebiyat’ta aynı yazarın birden fazla adla yazması bu olaydan önce de vardı. Daha önce yazarlar hem kendi adlarıyla hem de müstearlarıyla yazıyordu. O tarihten sonra dergide yeni yazmaya başlayan yazarlara isim verme konusunda daha bir hassas davranıldı. Bana bu adın verilme hikâyesini sonradan Arif Ay Ağabey’den dinledim. İlk şiirimi yayımlarken Nuri Ağabey ve Arif Ağabey birlikte vermişler Âtıf Bedir adını. Ben de benimsedim. Edebiyat’tan birçok arkadaş sonradan asıl isimlerine döndüler ama ben dönmedim. Böyle yaşamaya alıştım. Şöyle bir anekdot okumuştum: Rahmetli Cahit Zarifoğlu Mavera’nın bürosunda otururken telefon çalıyor. Arayan hâl hatır soruyor. Zarifoğlu, “Ne yapalım, Ahmet Sağlam’la oturduk sohbet ediyoruz.” diyor. Ahmet Sağlam, Cahit Zarifoğlu’nun müstearlarından biri. Ben de kırk yıldır Âtıf Bedir’le birlikte yaşıyorum, her yere birlikte gidiyoruz. Şöyle bir durum yaşıyorum hep: Tanıdığım insanların bir kısmı beni sadece Abdurrahman Başpınar, bir kısmı sadece Âtıf Bedir, bir kısmı da her iki ismimle tanıyor. Her iki ismimle tanıyanlarla iletişimde sorun yok ama diğer durumlarda bazen trajikomik durumlar yaşanıyor. Edebiyat tarihimizde birçok şair ve yazarın müstear adla yazmasıyla teselli buluyorum.

 

- Şiir, anı, gezi/ anlatı, inceleme… Bir de editörlük/yayın kurulu üyeliği. Farklı türler ve dergi mutfağı yani. Hangi türle daha yakınsınız. Âtıf Bedir, bu kadar edebî türle ve işle uğraşırken kendisini nasıl tanımlamayı tercih eder? Şair mi…

 

- Kendimi şair olarak tanımlamak, şair olarak anılmak isterim. Ama şairlik şiir yazmakla olmuyor. Ayrıca her şiir yazan kişinin kendisine şairim demesi bana göre değil. Bir zamanlar İstanbul’da sokakta rastlamıştım. Bir adam elinde çantayla Eminönü’nde dolaşıyordu ve çantada “şiir yazan şair” yazıyordu. Okur beni nasıl tanımlıyorsa önemli olan odur. Belki de ne şair ne de yazarım.

 

-Üç şiir kitabınız var: 1997, 2010 ve 2017 tarihli. Ufukta yeni bir şiir kitabı var mı? Epeyce zaman geçmiş…

 

- Son şiir kitabım Har’ın yayımlanmasının üzerinden beş yıl geçmiş. Bu arada çok az şiir yazdım. Neredeyse yılda bir, iki şiir… Araya başka çalışmalar girdi. Ama bu arada kendimi sorgulamaya başladım. Bundan sonra yazarsam tüm yazdıklarımın üstünde olmalı diye düşündüm. Sanırım kısa vadede yeni bir şiir kitabı yok. Bakalım, “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.”

 

-Gökyüzünde Arıcık Kuşları çocukluk hatıraları. “Bu yazılar çocukluğun, çocukluğa özlemin renklerinden, kokularından ve duygularından doğmuştur.” diyorsunuz Sunuş’un son cümlesinde. Yıl 2015. Gerçekten yoğun bir çocukluk özlemi var satırlarınızda. Yıl:2022; hâlâ aynı özlemi taşıyor musunuz? Bir eksilme yahut artış var mı özleminizde? Öte yandan, yaşanılanların etkisi elbette belirgin ama yaşanılanlar ötesinde çocukluğunuzu bu kadar özlenir kılan başka şeyler olmalı sanki! Ne dersiniz, var mı? Hiç düşündünüz mü?

 

- Çocukluğum bir dağ köyünde geçti. On yaşına kadar bir köyde yaşadım. Bu açıdan kendimi şanslı hissediyorum. Çünkü bana göre (Turgut Uyar’dan ödünç alarak söyleyeyim) doğduğum köy “Dünyanın en güzel Suluyayla’sıydı”. Aslında biliyorum herkes için bu böyledir. Doğduğunuz ve özellikle çocukluğunuzun geçtiği yer dünyanın en güzel yeridir. Ama benim doğduğum köyde doğa tüm renklerini cömertçe yansıtır, dört mevsim alabildiğine canlı yaşanır; baharda her yerden bin bir çeşit çiçek fışkırırken, yaz kehribar sarısı ekinlerle, türlü meyvelerle gelir, sonbaharda her ağacın yaprakları ayrı bir renkte sararır, kış ise her yanı beyazlara bürüyerek geldi mi zor giderdi. Bana göre, nasıl ki insanın asıl sılası ilk yaratıldığı yer olan cennet, gurbeti dünya ise, çocukluk da insanın yitik cennetidir. Büyüdükçe sılamızdan uzaklaşırız. İnsanın sıla özlemi hem çocukluğa hem de çocukluğun geçtiği topraklara özlemidir. Evet yıl 2022 ama ben hâlâ o çocukluk günlerini ve çocukluğumun geçtiği toprakları özlerim. Ayrıca doğa her çocuğu kendine çeker. Şimdilerde şehirde doğmuş ve büyüyen dört yaşındaki torunum benden her gün kendisini parka götürmemi istiyor. Götürmediğim günler ağlıyor. Bunu sadece oradaki oyuncaklarla ifade edemeyiz. Çünkü bazı günler oyun aletlerine hiç yüz vermiyor. Öylesine koşuyor, oynuyor, çiçeklere, böceklere bakıyor. Üstelik bu parklar da malum olduğu üzere şehirde beton binaların arasına sıkışmış küçük yeşil alanlar. Bu özlemde başka bir şey var mı? Bilmem. Belki de insanın fıtratı ile ilgilidir.

 

-Hayatın Şiiri Edebiyat, inceleme etiketli bir kitap. İçeriği, hayatın çeşitliliğine nispet edilebilir sanırım; farklı sanatçılar, farklı eserler, farklı konular… Hepsi hayatın tam içinden konular aynı zamanda. Hem yazarın hem de okurların hayatı şiirleştirmesine katkı sunacak edebî meseleler yani. Sizce, hayatta her şey edebiyata dâhil midir? Hele de şiire!... Hayat-şiir-edebiyat buluşması ve bütünleşmesi tam bir dönüşüm döngüselliği içermekte değil mi? Ne dersiniz?

 

- Hayatın Şiiri Edebiyat son yayımlanan kitap. Kitapta yer alan yazılar çeşitli vesilelerle (dosyalar, özel sayılar) yazıldı. Ama bir kitapta bir araya getirme düşüncesi oluşunca hayat-şiir bağlamı ortaya çıktı. Şiir bir bakıma edebiyatın içinde özerk bir alanda durur. İnsanın serüvenidir bir bakıma. İnsanlığın serüveni şiirle izlenebilir. Şiir en kadim söz sanatıdır. Edebiyatın diğer türleri de öyle değil mi? Biz tarih kitapları olmasa da insanlığın tarihsel serüvenini edebiyatla izleyebiliriz. Şiiri de içine dâhil ettiğimiz edebiyat, insan yaşamından çıkarsa geriye kuru ve amaçsız bir yeryüzü serüveni kalır. Buraya kitabın sunuş yazısından alacağımız bir bölüm meramımızı daha iyi anlatır sanırım. “Hayat, edebiyatın müdahalesiyle bir anlama bürünmüştür. Artık güneş daha farklı doğmuş, daha estetik batmış, geceleri ay ışığı yeryüzünü bir başka aydınlatmış, sevgilinin gözü, saçı, dudağı, kaşı, kirpiği, endamı edebiyatın müdahalesiyle bir anlama bürünmüştür. İki farklı cins ara¬sında gelişen çekime aşk adı verilmiş, sırf aşkın hallerini anlatmak için milyonlarca sayfa yazılmıştır. Diğer taraftan insanın hırsları, nefreti, acizliği, garipliği, yalnızlığı, caniliği, yok etme, öldürme duygusu yine edebiyatın ana konularını oluşturmuştur. Kısacası edebiyat bir bakıma hayatın şiiridir.” Edebiyat insanlığın yeryüzü serüveninin şiiridir. Yani şiirin hayatı hepten kuşatıcı bir yanı vardır.

 

-Son yıllarda art arda Nuri Pakdil kitapları yayımlandı. Siz de Nuri Pakdil: Direniş Hattında Bir Devrimci’yi yayımladınız. Kitap adında yer alan “direniş” ve “devrim” sözcükleri hem kendisinin hem de onu tanıyanların çokça kullandıkları hatta Nuri Pakdil ile özdeşleştirdikleri sözcükler. Nuri Pakdil ne bıraktı bize? Mesela bir “direniş/devrim” duygusu-düşüncesi-ideali bırakabildi mi? Hatta daha genel bir perspektiften baktığımızda, dünyadan bir Nuri Pakdil geçmemiş olsaydı ne eksik kalırdı sizce?

 

- Nuri Pakdil çağımızda yaşamış olan en özgün yazarlardan biridir. Onun hem yazarlığı hem de yaşamı edebiyata dâhildir. Yaşamı yazdıklarından ayrı düşünülemez. Nuri Pakdil: Direniş Hattında Bir Devrimci’yi yazmaya karar verdiğimde yazarla ilgili çok az çalışma vardı. Bunlar da daha çok Pakdil’i dışarıdan tanıyanların hazırlamış olduğu çalışmalardı. Bir de yazara dair özel sayılar ve sempozyum bildirileri niteliğinde kolektif çalışmalar vardı. Pakdil’in hem düşüncesine hem de yaşamına yönelik bütünlüklü bir çalışma yoktu. Bu kitap böyle meşakkatli bir işe girişmekti. Sonunda kitaplaştı, bu kitapla aynı zamanlarda ve daha sonra benzer çalışmalar yapıldı. Pakdil’i tanımlarken “devrimci” kavramını kullandık. Çünkü bizzat yazar kendisini tanımlarken ‘devrimci’ kavramını kullanır. Bu kavramın altını ise salt kendine özgü fikirlerle doldurur. “Dev¬rimciliğimin temelini İslam dinine olan sarsılmaz bağlılığım oluşturur” diyerek, kendisini, “antikapitalist, antifaşist, antina¬zist, antisiyonist, antiemperyalist” bir yazar olarak tanımlar. Ayrıca ona göre devrimci bir Müslüman kirli mülkiyete, kara siyasaya, şeytanî iğvalara karşı olmalıdır. Bir devrimci kendi¬sini insanlığın kurtuluşuna adamalıdır. Çükü: “cüz’î kurtuluş yoktur; kurtuluş; küllî”dir. Ona göre en büyük devrimci kendi tabiriyle Ulu Önder Hz. Muhammed’dir. TDK’ya göre devrim, “belli bir alanda hızlı, köklü ve nitelikli değişiklik.”, devrimci ise, devrim fikrine inanan, bunu gerçekleştiren ya da gerçekleştirmeye çalışan kimsedir. Pakdil’in bir düşüncesi vardı, yaşamını ve edebiyatını bu düşünce etrafında ördü. Bu da “yerli düşünce” olarak adlandırdığı ve tanımını “İçeriği yabancılaşmaya karşı olan uygarlığımızdan beslenen, Türk ulusunun yürek sesini, yani yürek atışını, kalp ölçme aygıtı gibi alan düşünceye yerli düşünce diyoruz.” şeklinde yaptığı düşüncedir. Uygarlığımızın özündeki inançtır. Bir gün yaşadığımız bu topraklar tekrar tam anlamıyla uygarlığımızın özündeki inanca dönerse devrim gerçekleşmiş olacaktır. Pakdil bize, bir insan günün yirmi dört saati nasıl bir ideali düşünür, bunun için yazar, bunun için yaşar, onu öğreten yazardır. O, yaşamıyla bize kendini bir ideale adamanın ne demek olduğunu, tek başına kalsa bile bu idealden asla vazgeçmemenin, inandığı öğretinin arkasında dimdik durmanın ne demek olduğunu öğretmiştir.

 

-Yarasını Saklayan Şehirler, gezi/anlatı etiketli bir eseriniz. Görmeyenler/okumayanlar için meraklandırıcı birkaç ipucu verelim: Hangi şehirler bunlar? Neden? Niçin yaralılar ve niçin saklamaktalar yaralarını? Yarasını saklamak… Nasıl bir travmadır?

 

- Yarasını Saklayan Şehirler, yaptığım meslekten dolayı (televizyon haberciliği) çoğunlukla sancılı ve yaralı zamanlarına tanıklık ettiğim bazı şehirlere dair gezi, izlenim yazılarından oluşuyor. Bu şehirlerin bir kısmı, savaş sırasında bulunduğum Bosna (Saraybosna, Mostar), bir kısmı Beyrut, Kudüs gibi savaşın izlerini hâlâ yüzünde taşıyan şehirlerdir. Bir kısmı ise yine görev icabı gittiğim ve beni etkileyen şehirlere dair yazılardır. “Yarasını Saklayan Şehir”, Beyrut’u anlattığım bölümün başlığıdır. Beyrut’a bir gece vakti indik, her yer ışıl ışıl, hayat tüm canlılığıyla devam ediyor. Sahiller dolu, caddeler dolu. Ama biz gitmeden birkaç gün önce İsrail tarafından bombalanmıştı. Birçok bina yerle bir olmuş, birçok insan ölmüştü. Tamamen sinmiş ve içine kapanmış bir şehir bekliyordum. Ama şehir yaşıyordu işte, o zaman düşündüm bu şehir yaralı ama yarasını saklıyor. Yarasını saklamak biraz da alışmak mıdır, düşmana karşı dik durmak mıdır? Bakın işte ne yaparsanız yapın ben ayaktayım demek midir? Belki hepsidir. Saraybosna ve Mostar’ın ise biz gittiğimizde yarası çok tazeydi, daha yarasını saklamayı öğrenememişti. Ama yıllar sonra tekrar gittiğimde gördüm ki bu şehirler de yarasını saklamayı öğrenmişti.

 

-Koltuğunuzdaki karpuzlardan biri de editörlük, yayın kurulu üyeliği. Hece dergisinde oldukça aktif ve yoğun bir göreviniz var. Derginin mutfağında olmak, kişisel yazı hayatınızı etkiliyor mu? Hangi boyutlarda, nasıl?..

 

- Dergi mutfağında olmak tabii ki çok yorucu ve yoğun bir mesai istiyor, bu da ister istemez yazı hayatınızı etkiliyor. Bazen de sizi yazmaya teşvik ediyor, tetikliyor. Bize gelen şiir ve yazılar sayfa sınırlarımızı o kadar zorluyor ki çoğu zaman kendi yazdıklarımızı erteliyoruz. Ama sağlık olsun. Editörlük biraz da böyle, dergiye yazı şiir gönderenler yazısını ya da şiirini ilk sayıda görmek istiyorlar. Oldukça yoğun bir şiir akışı var dergimize. Edebiyat dünyasına ilk adımı Hece’de atmak isteyen sayıca çok genç bir kitle var. Biz de sayfalarımızı her zaman onlara açık tutuyor, özellikle şiire ağırlık veriyoruz. Bu da biraz eleştiriliyor. Yayımlanan şiir sayısını azaltsak bugün şiir gönderen bir şairin şiirine ancak bir yıl sonra sıra gelir dergi sayfalarında. Bunu sadece yayın kurulundan geçmiş ve yayımlanabilir onayı almış şiirler için söylüyorum. Biz de edebiyat dünyasına yeni şair ve yazarlar kazandırmak adına kendimizden fedakârlık yapıyoruz.

 

-Bir şair, bir yazar, bir dergici olarak günümüz edebiyatını önceki on yıllara göre nasıl görüyorsunuz? Karamsar hatta kötümser olmamız için bir neden var mı? Edebiyatımız nereye gidiyor sizce?

 

- Türk edebiyatı daima devingen olmuştur. Edebiyatın nabzı daima dergilerde atmıştır. Yeni akımlar, yönelimler, eğilimler dergi sayfalarında vücut bulmuştur. Bana göre karamsarlığa gerek yok, edebiyat iyiye doğru gidiyor. Kimse merak etmesin şiir ölmüyor, dergiler ölmüyor. Belki yakın gelecekte biçim değiştirecekler ama hep var olacaklar. Edebiyat alanı hep hareketlidir. Belki de en yenilikçi, devingen, kendini yeniden üreten alandır. İnsan yok olmadıkça edebiyat da yok olmaz. Çünkü şair, yazar insanlığın vicdan sesidir. Şiir insanlığın hassas duyargalarıdır. Yazarlar, şairler yeryüzünün tanıklarıdır, yaşadıkları dönemde olup biten insanlık hâllerini sonraki çağlara ulaştıracak yegâne sahici sestir. Bu ses sahici ve vicdanlı değilse zaten geleceğe kalacak ses değildir. O da diğer yapay sesler gibi yok olup gidecektir. Önemli olan şairin, yazarın duyargalarını açarak çağını dinlemesi ve işittiklerini Tanrı vergisi yeteneği sayesinde kayda geçirmesidir.

 

-Bu güzel söyleşi için teşekkür ederiz.

 

- Ben teşekkür ederim.

 

Söyleşen: Mehmet Solak

 

Yitiksöz Sayı - 15